Uyuyan Devi Uyandırmak
Kemal Gözler*
Türkiye’de demokrasi tehdit altında.
Belki burada Türk demokrasisinin nasıl bir tehdit altında olduğunun uzun uzun bir tasvirini yapmak, Türkiye’de demokrasiyi tehdit eden unsurların ayrıntılı bir dökümünü yapmak gerekir. Ben böyle bir dökümü, bir yıl önce, 2016 yılının Nisan ayında yayınladığım “Anayasasızlaştırma” başlıklı makalemde[1] somut örnekler vererek yapmaya çalıştım. Nisan 2016’dan bu yana geçen bir yıl içinde orada gözlemlenenler azalmadı, kat be kat arttı ve daha sistematik ve daha ağır hâle geldi. Ben burada demokrasinin nasıl tehdit altında olduğu konusunda örneklere girmek istemiyorum. Çünkü bu, artık, Türkiye’de, iktidarın dışında olan herkes tarafından kabul edilen genel-geçer bir olgudur.
Ben bir hukukçuyum. Hukukun demokrasiyi koruyamadığını, demokrasiyi tehdit eden güçler karşısında yetersiz kaldığını üzülerek görüyorum. Türkiye’de başta anayasa olmak üzere hukuka uyulduğu çok şüpheli. Anayasa ve kanunlara uyulmaması da bir müeyyideyle karşılaşmıyor. Zira hukuku uygulayacak organlar, iktidar karşısında ya tam bağımsız değil, ya da ona karşı karar vermekten çekiniyorlar. Neticede hukukî durum ile fiilî durum arasında bir açıklık ortaya çıkıyor. Ayrıca gerektiğinde anayasa ve kanunlar da, demokrasiyi tehdit eden güçler tarafından, anayasacılığın özüne aykırı olarak değiştirilebiliyor.
Ben bu süreci yukarıda belirttiğim gibi geçen yıl yayınladığım “Anayasasızlaştırma” isimli makalemde incelemeye çalıştım[2]. Burada sadece şunu belirtmek isterim: Türkiye’de karşılaştığımız bu olguyla mücadele etmek için hukuk tamamıyla yetersiz kalıyor. Hukuk acz içinde! Demokrasiyi tehdit eden güçler karşısında hukuk sefalet içinde!
Louis Favoreu’nün 1988’de
yayınladığı ünlü eseri “La Politique
saisie par le droit (Hukuk Tarafından Tutulmuş[3]
Siyaset)” başlığını taşır[4].
Bu başlık Türkçeye “hukukun kıskacında siyaset” diye de çevrilebilir.
Neredeyse siyasetin hukukun kıskacında olduğu bir yarım yüzyıl yaşadık[5].
Sanıyorum artık bu dönem bitti. Artık “siyasetin kıskacında hukuk” dönemi
başladı. Artık hukukun kıskaçlık yapacak dönemi, sadece Türkiye’de değil,
bütün dünyada sona erdi veya ermek üzere.
Türkiye’de karşılaştığımız demokrasiden uzaklaşma olgusu, aslında sadece Türkiye’ye özgü bir olgu değil. Benzer olgu Rusya, Macaristan, Polonya, Bolivya, Honduras, Venezuela gibi daha pek çok ülkede de görülüyor. Dahası bu olgu, boyutları ve yoğunluğu farklı olmakla birlikte, gün geçtikçe yayılıyor. Hatta artık demokrasiyi tehdit eden bulutlar, Batı Avrupa ülkelerinde ve ABD’de de dolaşmaya başladı.
Bu olguyu ifade etmek için siyaset bilimi literatüründe “melez rejimler (hybrid regimes)”[6], “yarı-demokrasiler (semi-democracies)”, “sözde demokrasiler (pseudo democracies)”[7], “eksik demokrasiler (defective democracies)”[8], “göstermelik demokrasiler (façade democracies)”, “seçimsel demokrasiler (electoral democracies)”[9], “liberal olmayan demokrasiler (illiberal democracies)”[10], “modern otoriterizm (modern authoritarianism)”[11], “delegasyoncu demokrasiler (delegative democracies)”[12], “yarışmacı otoriterizm (competitive authoritarianism)”[13] ve “popülizm (populism)”[14] gibi kavramlar kullanılıyor[15].
Aynı olguyu ifade etmek için anayasa hukuku literatüründe de eskiden “anayasaya karşı hile (fraude à la constitution)”[16], yeni zamanlarda ise “suistimalci anayasacılık (abusive constitutionalism)”[17] kavramı kullanılıyor. Konu öyle güncel ki, aynı olgu için henüz bir dergide yayınlanmamış bir makalede “anayasal parçalanma (constitutional dismemberment)”[18], henüz yayınlanmamış bir kitapta “popülist anayasalar (populist constitutions)” ve “popülist anayasacılık (populist constitutionalisme)” kavramları kullanılıyor[19]. Türkiye’de aynı olguyu ifade etmek için son yıllarda “anayasasızlaştırma” kavramı kullanılmaya başlandı[20].
Ben burada bu kavramları da, bu kavramlar açısından Türkiye’nin durumunu da inceleyecek değilim. Keza bu kavramlar arasındaki farkın ne olduğunu ve Türkiye’nin durumunun bu kavramlardan hangisine tam olarak uygun olduğunu da tartışacak değilim. Sadece şunu belirtmek isterim: Kendisine ne isim verilirse verilsin, Türkiye’de karşılaştığımız bu olgu, dünyanın başka ülkelerinde de görülen yeni bir olgudur. Eski paradigmalarla açıklanabilecek, eski kavramlarla kavranabilecek bir olgu değildir. Şimdi örnek verelim:
a) Türkiye’de bazı kişiler, AKP’yi bir İslamcı parti olarak görüyor ve yaptığı dinî içerikli politika sayesinde iktidarını sürdürdüğünü düşünüyor. AKP’nin dinî referansları çok kullanan bir parti olduğu doğrudur; ama AKP’nin iktidarda kalma olgusu bu şekilde açıklanamaz. Kanımca AKP, geleneksel İslamcı bir partiden ziyade diğer “seçimsel demokrasiler”de, diğer “popülist rejimlerde” görülen iktidar partilerine benziyor. Lideri de geleneksel İslamcı bir liderden ziyade, diğer çağdaş popülist rejimlerdeki liderlere benziyor. Şüphesiz çeşitli “popülist rejimler”deki iktidar partileri ve bu partilerin liderleri arasında ülkeden ülkeye pek çok fark var. Ama iktidara sahip olma ve iktidarlarını sürdürme yöntemleri arasında büyük benzerlikler var. Ben AKP’nin aynı damardan geldiği söylenilen MSP ve Refah Partisi gibi partilerle karşılaştırılamayacak bir parti olduğunu düşünüyorum. İslamî söylem, AKP’nin kullandığı popülist söylemlerden sadece biridir. Popülist partiler, hiçbir zaman bir söylemi, marksizm, faşizm, nasyonal sosyalizm, milliyetçilik gibi katı bir ideolojinin tutarlılığı içinde söylemiyorlar. Dönemden döneme iktidar ihtiyaçlarına göre söylemlerini değiştirebiliyorlar. Zamanı geldiğinde din, zamanı geldiğinde milliyetçilik, zamanı geldiğinde halkçılık propagandası yapıyorlar. Onların söylemleri din veya bir ideoloji üzerine değil, birtakım “mitler” üzerine kuruludur. Bu sadece Türkiye için değil, diğer popülist rejimler için de geçerlidir. Bunlar için mühim olan ideolojik tutarlılık değil, iktidarda kalmaktır.
b) Yine burada belirtmek isterim ki, Türkiye’nin son bir yılını, zaman zaman Almanya’nın 1933 yılı ile karşılaştırıp, içinden geçtiğimiz süreci 1933 Almanyasına referansla açıklamaya çalışanlar var. Şüphesiz içinden geçtiğimiz süreç ile 1933 Almanyası arasında pek çok benzerlik bulunabilir. Ancak ben içinden geçtiğimiz sürecin 1933 Almanyası ile açıklanabileceğini sanmıyorum. Yukarıda belirttiğim gibi Türkiye’deki süreç tamamıyla modern bir süreçtir. Kaldı ki, Türkiye’de Nasyonal Sosyalist Parti gibi bir parti yok. Totaliter bir ideoloji de yok. Değişken içerikli popülist bir zihniyet var. Nihayet sulandırılmış olsa da Türkiye’de demokrasiden tam anlamıyla vazgeçilmiş değil. Gayri adil koşullarda yapılıyor olsa da seçimler yapılmaya devam ediyor ve bu seçimlerde bütün adaletsizliklere rağmen iktidar değişimi ve ihtimali hâlâ ciddî olarak var.
Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte, demokrasiyi tehdit eden güçlere karşı mücadelenin yolu, kanımca hukuktan değil, siyasetten geçiyor. Bu güçleri durdurabilecek karşı güç, hukuk değil; siyaset. Zaten bugünkü duruma hukukî değil[21]; siyasî bir sürecin sonunda geldik. Hukuktaki bozulma da siyasetteki bozulmanın bir sonucu. Demokrasiyi tehdit eden güçler hukukî değil, siyasî güçler. Diken battığı yerden çıkar. Demokrasi siyasî güçler tarafından tehdit ediliyorsa, bu tehdit ancak siyasî güçler tarafından bertaraf edilebilir.
Neticede demokrasiden uzaklaşma olgusunu ifade etmek için kullanılan “seçimsel demokrasiler”, “delegasyoncu demokrasiler”, “yarışmacı otoriterizm”, “popülizm” gibi kavram ve teorilerin de işaret ettiği gibi, bu rejimler demokrasiden, seçimlerden, yarışmadan ve halk desteğinden tam olarak vazgeçmiş değiller. Eksik de olsa demokrasi hâlâ mevcut. Adil olmasa da seçimler hâlâ var. Eşit şartlarda yapılmıyor olsa da yarış hâlâ devam ediyor. Manipüle edilmiş olsa da bu iktidarlar hâlâ halkın desteğini alıyor.
Bu seçimsel demokrasiler, bu delegasyoncu demokrasiler, popülist rejimler, nasıl seçimle iş başına gelmişler ve seçimle ayakta duruyorlarsa, yine aynı şekilde bir gün seçimle gideceklerdir.
Türkiye’de de bu böyle olacaktır. Belki Türkiye, benzer ülkeler arasında bu tür rejimden ilk kurtulan ülkelerden biri olacaktır.
* * *
Türk demokrasisi, sistem dışı güçler tarafından tehdit edilmiyor. Tehdit sistemin kendi içindeki güçlerden, açıkçası iktidar partisinden geliyor. Tehdit iki şekilde ortadan kalkabilir:
a) AKP’nin 2002 yılındaki kuruluş felsefesine dönmesi durumunda, demokrasi üzerindeki tehdit kendiliğinden sona erer. Ancak AKP’nin artık 2002 yıllındaki kuruluş felsefesine veya diğer bir tabirle “fabrika ayarları”na dönme ihtimali çok düşük. Ama olur da AKP önümüzdeki günlerde fabrika ayarlarına döner, demokrasiyi tekrar inşa ederse, ben yanılmış olurum ve bu şekilde yanılmış olmaktan da mutlu olurum.
Ne var ki, kanımca AKP, artık kuruluş felsefesine dönme kabiliyetini bütünüyle yitirmiştir. Zira AKP’yi kuran kadronun önemli bir kısmı bugün AKP’den dışlanmıştır. Şüphesiz AKP’nin mevcut kadrosu içinde de sorunları gören ve kuruluş felsefesine geri dönülmesi gerektiğini düşünen sağduyulu siyasetçiler hâlâ vardır. Ancak bunların AKP yönetimini etkileyemediğini her gün bir kez daha görüyoruz.
b) Artık Türkiye’de demokrasiyi korumak için yapılması gereken şey AKP’yi iktidardan indirmekten ibarettir.
Çağdaş demokrasi, partiler demokrasisidir. İktidar partisi artık toplumun çoğunluğu tarafından beğenilmiyorsa, seçmenler ilk seçimlerde iktidar partisine oy vermez ve iktidar partisi iktidardan düşer ve onun yarattığı sorunlar da onunla birlikte gider.
Türkiye 15
yıldır tek parti tarafından yönetiliyor. Yıllar geçtikçe AKP’nin oy oranı
azalmıyor; artıyor. Yıllar, AKP’yi yıpratacağına parlatıyor. AKP’yi hepimiz
eleştiriyoruz. Eleştirilmeyi de hak ediyor. Ancak AKP, haksız yere veya
gayri meşru olarak iktidarda olan bir parti değil. Karşımızda seçimleri
kazanmış meşru bir iktidar var. Seçim şartlarının adil olmadığını iddia
edebiliriz. Ama AKP’nin iktidarının seçim şartlarının adaletsizliği
sayesinde sürdüğü iddiası inandırıcı bir iddia değildir. AKP seçimleri
kaybedince iktidardan gidecektir. Ama bunun için muhalefetin seçimleri
kazanması gerekir.
Demokrasi siyasal iktidarın partiler arasında seçim yoluyla el değiştirdiği rejimin adıdır.
Türkiye’de son 15 yıldır iktidar değişiminin olmamasının temel nedeni Türkiye’de muhalefet partilerinin güçsüzlüğüdür. Dolayısıyla Türk demokrasisi üzerinde bir tehdit var ise, bu tehdidin sürmesinde muhalefet partilerinin de sorumluluğu vardır. Muhalefet partileri, iktidarı seçimlerde deviremedikleri gibi iktidar karşısında etkili bir muhalefet de yapamıyorlar; tehdide engel olmakta yetersiz kalıyorlar; iktidar partisinin karşısında bir denge ve fren görevi ifa edemiyorlar.
Muhalefet partilerinin güçsüzlüğünün pek çok sebebi var. Bu sebeplerin ezici çoğunluğu, muhalefet partilerinin lider kadrosunun kişisel yetersizlikleriyle ilgilidir. Bu yetersizlikleri incelemek hâliyle bu makalenin konusu değildir. Zaten bu konuda ayrıca bir inceleme yapmaya gerek de yoktur. Bu herkesin malûmu bir olgudur. Ancak Türkiye’de muhalefet partilerinin mevcut lider kadrosu etkili liderlerle değişmeden veya bu partilerin yerini etkili muhalefet yapacak yeni partiler almadan, Türkiye’de iktidar partisinden kurtulma ve dolayısıyla Türk demokrasisi üzerindeki tehdide son verme ihtimali yoktur.
Açıkçası Türkiye’de iktidar partisinden kurtulmak için muhalefet partilerinin yenilenmesi gerekmektedir. Çünkü iktidardaki partiyi iktidardan indirecek güç, örgütsüz vatandaşlar değildir. Bunu yapacak güç, muhalefet partileridir. Çünkü bir demokraside iktidar seçimle devrilir. Seçim ise partiler arasında olan bir şeydir. Seçimlere partiler katılıyor. Milletvekili adaylarını veya Cumhurbaşkanı adaylarını onlar belirliyor.
Türkiye’de iktidar partisinin seçimi kaybetmesi için, karşısında bir partinin seçimi kazanması gerekir. Mevcut Cumhurbaşkanının Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesi için, karşısındaki bir adayın ondan daha çok oy alması gerekiyor.
Seçim, “evet/hayır” oylarının verildiği bir referandum değildir. Seçimi bir başka parti kazanmadan, iktidar partisi, sırf halk tarafından artık sevilmiyor diye kaybetmez.
Referandum başka, seçim başkadır. Referandumda başarılı olan güçlerin, seçimlerde benzer bir başarıyı elde etme imkânı yoktur. 16 Nisan 2017 referandumunda “Hayır” oylarının elde ettiği yüzde 48’lik oy oranını bir başarı olarak görenler var. Seçimlerde CHP’nin –mevcut hâliyle kaldıkça– bu oy oranını elde etmesinin imkân ve ihtimali yoktur. Referandum amacından saptırılıp adeta bir seçime dönüştürülmüş olsa da[22], referandumda kullanılan “Hayır” oylarından bir kısmı pek muhtemelen AKP’li seçmenlerden geliyor ve bunlar gelecek seçimlerde, AKP’yi beğenmiyor olsalar bile, CHP’ye oy verecek değildir.
Seçim, birden fazla siyasal parti, birden fazla aday arasından birinin seçilmesi faaliyetidir. Bir siyasal parti, seçmenin karşısına tercihe şayan bir parti olarak çıkmadan ve keza seçmenin karşısına tercihe şayan milletvekili adayları ve Cumhurbaşkanı adayı çıkarmadan seçim kazanamaz.
Türkiye’de şu anki muhalefet partileri, bunu yapabilecek imkân ve kabiliyetten yoksundur.
Türkiye’de muhalefetin iktidarı değişmeden Türkiye’nin iktidarı değişmez.
Muhalefetteki
iktidar değişimi basit bir personel değişiminden ibaret kalırsa yine değişen
bir şey olmaz. Bir güçsüz liderin yerine başka bir güçsüz liderin gelmesinin
Türk siyasetinde yaratacağı bir değişiklik yoktur.
Türk siyasî
kadrolarında genel bir kalite sorunu var. John Stuart Mill’in dediği gibi
“küçük adamlarla büyük işler yapılamaz”.
Oysa
Türkiye’de çok iyi yetişmiş, işini dört dörtlük yapan, elit bir kitle var.
Bu insanlar, tabir caiz ise, Türkiye’nin “birinci sınıf beyinleri”. Ancak
bunlar Türkiye’de siyasetten uzak duruyorlar; çünkü siyaset, bu ülkede riskli bir iş. Onurlu ve dürüst insanların bu işe girmeye pek hevesi yok.
Girenler de pişman olarak ayrılıyor.
Türkiye’nin
birinci sınıf beyinleri, bunu görüyor ve bu riskli işten bilinçli bir
şekilde uzak duruyorlar. Onun yerine kendi mesleklerinde ilerlemeyi, para
kazanmayı, güzel evlerde oturmayı, araba sahibi olmayı, çocuklarını iyi
okullarda okutmayı, müreffeh bir hayat sürmeyi tercih ediyorlar. Hâliyle bu
tercihlerinde bir yanlışlık yok. Ama bu şekilde siyaseti normalde o işi
yapmaması gereken insanların eline terk etmiş oluyorlar.
Sadece
elitlerde değil, toplumun genelinde aktif siyasetten uzak durma eğilimi var.
Türk toplumunun aşırı politik olduğu, siyasetle yatıp kalktığı söylenir. Bu
sadece muhabbet ve dedikodu anlamında doğrudur. Türkiye’de ana babaların üniversiteye
başlayacak çocuklarına verdikleri ilk öğüt “aman siyasete
bulaşma” öğüdüdür. Çünkü siyaset, bu ülkede, kişiler için felaket
getiriyor.
Neticede
Türkiye’de siyasetten bilerek uzak duran iyi yetişmiş bir kitle var.
Türkiye’de muhalefet partileri çok güçsüz ise, Türkiye’de demokrasi tehdit
altında ise, bu biraz da, bu kitlenin siyasetten uzak durması yüzündendir.
Bu kitle sorunu görüyor; ama elini taşın altına koymak da istemiyor.
* * *
Türkiye’de
yaklaşık iki yüz yıldır devam eden bir modernleşme olgusu var. Buna
istediğiniz ismi verebilirsiniz; isterseniz “Türk aydınlanması” ismini
verin, isterseniz “muasır medeniyet” deyin, isterseniz “çağdaşlaşma” deyin,
isterseniz “Avrupalılaşma” deyin, isterseniz “batılılaşma” deyin aksi inkar edilemez
bir olguyla karşı karşıyayız. Bu olgunun lehinde veya aleyhinde olmamız, bu
olgunun varlığını değiştirmiyor. Bu olguyu desteklememiz veya eleştirmemiz,
olgunun seyri üzerinde pek bir etkiye sahip değil.
Modernleşme
olgusu, sadece ideolojik bir olgu değil. Bu olgu sadece laikleri veya
solcuları değil; dindarları, muhafazakarları, milliyetçileri ve herkesi
etkileyen bir olgu.
Bu olgu
tarihin seyriyle uyuşan bir olgu. Bu nedenle toplumun bütünü ne hâlde olursa
olsun, sınırlı sayıda bir aydın topluluğu, son iki yüz yıldır, Türk
modernleşmesine ön ayak olabiliyor.
Jön Türkler
kaç yüz kişiydi? Millî Mücadeleyi yürüten ve akabinde Cumhuriyeti kuran
kadro kaç bin kişiydi?
Bugün
Türkiye’de “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmış, tamamıyla Avrupaî bir
hayat süren, milyonlarca insan var. Şüphesiz bunlar toplumun çoğunluğu
değil, ama bugün Türkiye’de gerek gelir, gerek eğitim, gerek kültür, gerekse
yaşam tarzı bakımından Batı Avrupa ülkelerindeki orta tabakadan aşağı
kalmayan belki 8-10 milyon insan yaşıyor.
Türkiye bütün
tarihi boyunca en iyi yetişmiş, en kültürlü, en modern nüfusa bugün sahip.
Bugün Türkiye’de üniversite mezunlarının oranı, belki Cumhuriyetin ilk
devirlerindeki okuma yazma bilenlerin oranından yüksek. Bugün Türkiye’de
doktora sahiplerinin genel nüfusa oranı, belki Cumhuriyetin ilk döneminde
ortaokul mezunu oranından daha yüksek.
Bugün
Türkiye’de Batı Avrupa ve ABD üniversitelerinde okumuş kişilerin genel
nüfusa oranı, Cumhuriyetin başında yabancı dil bilenlerin oranından çok daha
yüksek.
Vasıflarını
beğenin veya beğenmeyin, bunlar modern insanlar. Gelirleri, harcamaları,
yaşam tarzları da batılılarla kıyaslanabilir nicelik ve niteliktedir.
Bunların dedelerine değil, pek çok bakımdan Avrupalılara benzedikleri
söylenebilir.
Türkiye’de
tabir caiz ise “uyuyan bir dev” var.
Dev uzun
zamandır uykuda. Çünkü onun için önemli olan yaşam tarzı. Yaşam tarzının
sağlanması ve sürdürülmesi de büyük ölçüde eğitimden, iyi bir iş sahibi
olmaktan ve para kazanmaktan geçiyor. Bunda da başarılı oluyor. Gündeminde
siyaset yok. Çünkü kendisini tehdit altında hissetmiyor.
Ancak son bir
iki yıldır işler değişti. Demokrasi eksikliği ve özellikle hukuk
güvenliğinin zayıflaması iyi yetişmiş kitlenin yaşam tarzını da tehdit eder
hâle geldi. Bu tehdidin nasıl gerçekleştiği ve bu kitlenin nasıl rahatının
bozulduğu ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Neticede bu iyi yetişmiş
kitle, demokrasinin ve hukukun ekmek su gibi bir değer olduğunu, bu değerler
olmaksızın, elde ettiği modern yaşam tarzını uzun vadede koruyamayacağını,
demokrasi olmazsa sahip olduğu refahın dahi kalıcı olamayacağını görmeye
başladı. Bu kitle, belki tarihte ilk defa demokrasinin ve hukukun
gerekliliğini sahih ve samimî bir şekilde hissetmeye başladı.
Bilindiği
gibi Japonlar 7 Aralık 1941 sabahı Pearl Harbor limanındaki ABD donanmasını
bombaladılar ve ABD donanması çok ağır kayıplara uğradı. Saldırıdan sonra
Japon Amirali Isoroku Yamamoto’nun sevinmediği ve tersine
“korkarım ki yaptığımız tek şey uyuyan bir devi uyandırmak ve onu korkunç bir kararlılıkla donatmaktır”[23]
dediği
rivayet edilir. Nitekim ABD, Pearl Harbor saldırısından sonra İkinci Dünya
Savaşına katılma kararı almış ve ABD’nin savaşa katılması, bu savaşın
seyrini değiştirmiş ve Japonya’nın da dört yıl sonra mahvına sebep olmuştur.
* * *
Türkiye’nin
uyuyan devini AKP, birkaç yıldır izlediği yanlış politikalar sayesinde
uyandırmak üzere. Dev uyanırsa, AKP devi uyandırdığına bin pişman olacak.
Devi
uyandıracak şey, AKP’nin baskı politikalarının yarattığı korku atmosferidir.
Şüphesiz AKP, bu baskı ve korku iddialarını kabul etmiyor. AKP, “biz kimseyi
korkutmuyoruz; bunlar uydurma iddialardır” diyor. AKP, Türkiye’de tam bir
hürriyet ve hukuk güvenliği olduğunu iddia ediyor. Yine AKP, Türkiye’de tam
bir fikir hürriyeti olduğunu, kendi dönemlerinde hapiste gazeteci
bulunmadığını, hapiste olduğu iddia edilen gazetecilerin “gazeteci” değil,
“terörist” olduğunu söylüyor.
Ben kimin
gazeteci kimin terörist olduğu tartışmasına burada girecek değilim. Ancak bu
iddiaların AKP dışındaki kesimler tarafından inandırıcı bulunmadığını
söylemek isterim.
AKP’nin
içinde pek çok iyi niyetli ve sağduyulu politikacı var. Onlara bir an için,
kendi zihniyet sistemlerinden çıkmalarını ve ülkenin genel durumuna AKP’li
olmayan vatandaşların gözünden bakmalarını tavsiye ederim. Eğer bu gözle
bakarlarsa, Türkiye’de bir korku atmosferinin hüküm sürdüğü “algı”sının
bulunduğunu göreceklerdir. Bu “algı”da sayılar hiç önemli değildir. Böyle
bir “genel algı” oldukça kaç kişinin hapiste olduğu tartışması çok anlamlı
bir tartışma değildir. Çünkü korku atmosferinin yaratılması için sayının çok
da önemi yok. 1000 öğretim üyesi olan bir üniversiteden sadece bir öğretim
üyesinin ihraç edilmesi veya gözaltına alınması geri kalan 999 öğretim
üyesini korkutmaya yeter.
Türkiye’de siyasetten uzak duran kitlenin, yani
“dev”in, uykudan uyandırılması için çok elverişli bir hukukî ortam var. Bu
ortam, AKP tarafından artık gereksiz yere sürdürülen olağanüstü hâl
rejimidir. Hükümetin hangi maliyet/fayda analizi sonucunda bu olağanüstü hâl
rejiminin sürmesinde yarar gördüğünü bilmiyorum; ama bu rejimin sürmesinin
yukarıdaki bahsettiğim korku algısının sürmesine ve devin uyanmasına
mükemmel bir şekilde zemin hazırladığı ortadadır.
Siyasetten
uzak duran kitlenin nasıl olup da AKP tarafından uykudan uyandırılmaya
çalışıldığına birkaç somut örnek vereyim: 7 Şubat 2017 tarihli Resmî
Gazetede yayınlanan 686 sayılı Olağanüstü Hâl KHK’siyle, olağanüstü hâlin
ilân sebebi olan FETÖ ile mücadele sebebi ile uzaktan yakından ilgisi
olmayan pek çok sol eğilimli öğretim üyesi üniversiteden ihraç edildi. Bu
KHK ile sadece Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden 23 adet
öğretim üyesi kamu görevinden çıkarıldı. Bu 23 akademisyenin SBF’den ihracı,
Türk aydınları üzerinde “şok etkisi” yaratmıştır. Bu KHK’nin yarattığı
“travma” yüzünden, bugün üniversitede çalışan, aslında çoğunluğu apolitik
insanlar olan on binlerce akademisyen, üniversitedeki görevinden
güven duyamaz hâle geldi ve “sıra
bana ne zaman gelecek” sorusunu sormaya başladı. 686 sayılı KHK, uyuyan
devin uyanmasına katkıda bulunan en güçlü sirenlerden biridir.
Muhtemelen
Türk aydınlarının 1908’den beri bugünkü kadar kendini baskı ve tehdit
altında hissettikleri bir dönem olmamıştır.
Korku
atmosferinin oluşmasına falanca gazetecinin tutuklanması, filanca öğretim
üyesinin işten atılması gibi somut örneklerin katkıda bulunduğu bir
gerçektir. Ancak, korku atmosferinin oluşması açısından, kendi işinde
gücünde olan kişilerin hissettiği endişe, falanca angaje gazetecinin
tutuklanması veya filanca politize öğretim üyesinin işten atılmasından çok
daha önemlidir. Bir örnek vereyim: Tamamen kendi işinde gücünde olan,
herhangi bir siyasî önyargısının da olduğunu sanmadığım bir tıp fakültesi
öğretim üyesi geçtiğimiz günlerde bana “geçmişte
de huzursuzluk duyduğumuz dönemler oldu, ama gelecekten bu kadar endişe
ettiğim başka bir dönemi hatırlamıyorum” dedi.
İşte uyuyan
kitleyi uykudan uyandıracak olan şey, bu kendi işinde gücünde olan
insanların gelecekten endişe duymaya başlamış olmalarıdır.
İlave edelim
ki, bu endişeyi sadece sol kesimler duymuyor. Demokrasiyi tehdit eden
güçlerden sadece sol eğilimli kişiler değil, sağ eğilimli kişiler de
nasibini alıyor. Aslında hukuk güvenliğinin olmadığı bir yerde, kimin, ne
zaman ve nasıl zarara uğrayacağının önceden bilinmesi mümkün değil. Bugün
iktidarın en yakınında olanlar bile yarın kendilerini tehdit altında
hissedebilirler.
Türkiye’de
uzun yıllardır aktif siyasetten uzak duran kitle, tabir caizse “uyuyan dev”,
uyanırsa, muhtemelen öncelikle muhalefet partilerinin lider kadrosunu
değiştirecek veya bu partilerin yerine yeni partiler kuracaktır. Bu safha
tamamlanırsa, muhtemelen ilk seçimlerde AKP iktidardan düşecektir.
AKP’nin bu
süreçte izleyebileceği en akılcı politika, baskı politikasından vazgeçip
2002’deki kuruluş felsefesine dönerek uyuyan kitlenin tekrar uykuya
dalmasını sağlamaya çalışmaktan ibarettir.
Karşı Görüş.- Türk siyasetini yakından tanıyan pek çok kişinin, burada yazdıklarımı alaycı bir tebessümle karşılayacaklarından, bu makalenin varsayımlarının hayal ürünü olduğunu ve makalenin bir “bilim kurgu”dan veya bir “ütopya”dan başka bir değerinin olmadığını söyleyeceklerinden eminim. Makaleye karşı muhtemelen şu iki itirazda bulunacaklardır:
a) Birinci itiraz, korku atmosferinin artmasının devi uyandırmayacağı, tersine daha da derin bir uykuya sokacağı itirazıdır. Diğer bir ifadeyle, korkudan susan kitle, korku arttıkça daha da susacaktır.
Ben emin değilim. Korkan kitle, bu ülkeyi terk etmeyecekse ve modern yaşam tarzından gönüllü olarak vazgeçmeyecekse, “yeter artık” deyip kendini savunma cesaretini gösterebilir. Neticede onlar da günden güne çemberin daraldığını ve bir gün sıranın kendilerine geleceğini görüyorlar. Her halükârda, korku atmosferinin artması karşısında sessiz kitlenin davranışının ne olacağı konusu ayrıca incelenmesi gereken bir konudur.
b) İkinci muhtemel itiraz şudur: Türkiye’nin nüfusu 80 milyondur; nüfusun ezici çoğunluğu ağır sosyal ve ekonomik problemler içinde yaşamaktadır. Türk seçmeninin ezici çoğunluğunun muhafazakardır ve oy verme davranışını 1950’den beri pek değiştirmemiştir. Bu nedenle bir azınlık olan iyi yetişmiş kitlenin seçimleri kazanması veya seçimlere yön vermesi bir “hayal”dir.
Ben emin değilim. Seçimlerin sonucu halkın çoğunluğunun oylarıyla belirlenir; ama oylar esen rüzgar sayesinde yönlenir. Bu nedenle pek çok durumda sayıdan ziyade rüzgarın gücü önemlidir. Güçlü bir rüzgarın halkın çoğunluğunu sürükleme ihtimali vardır. Ama hâliyle bunun için de, yukarıda belirttiğim yıllardır aktif politikadan bilinçli olarak uzak durmuş kitlenin siyasete girme riskini göze alması ve bu cesareti göstermesi gerekir.
* * *
Geçtiğimiz 16 Nisan 2017 referandumundaki yüzde 48,6 oranında hayır oyu, CHP sayesinde değil, bu sessiz kitlenin, tabir caizse uyuyan devin kıpırdanmasının yarattığı rüzgar sayesinde elde edilmiştir. Referandumda dengeleri sarsmaya devin uyanması değil, kıpırdanması bile yetmiştir.
Birikmiş bir kuvveti harekete geçiren kuvvet, her zaman o kuvvetten daha küçüktür. Asıl sorun, sessiz kitlenin başarılı olup olamayacağı sorunu değil, gerçekte bu kitlenin aktif siyasete girme cesaretini gösterip göstermeyeceği sorunudur. Bu cesareti gösterirse, başarılı olacağından şüphem yok.
Diğer yandan şunu da belirtmek gerekir ki, iktidarın değişmesi için, aktif siyasete girecek kişiler dışında, sessiz kitlenin çok büyük bir riske girmesine de gerek yoktur. Neticede hâlâ bu ülkede seçim günü kapalı oy verme yerine girip, kimse görmeden istenilen partiye oy verilebilmektedir.
Ortada iki sorun var: Birinci sorun, iyi yetişmiş sessiz kitlenin, yani “devin” uyanıp uyanmayacağı sorunudur. Bu sorun hakkında daha fazla bir şey söylemeye gerek yok. Bu sorun AKP’yi ilgilendiriyor. Devi uyandırma görevini, AKP, son bir iki yıldır, başarılı bir şekilde ifa ediyor. Bu görevden vazgeçip geçmeme onun kendi bileceği bir şey.
İkinci sorun, devin uyanması hâlinde, uyanan deve yön verme, istikamet verme sorunudur. Türk demokrasisi üzerindeki tehditlerin kaldırılabilmesi için devin nereye ve nasıl gideceğini de bilmesi gerekir.
Devin etrafında derin uçurumlar var. Uykudan yeni uyanan ve uyku sersemi olan devin bu uçurumlardan birinin içine düşme ihtimali çok yüksektir.
Dev onlarca yıl süren derin uykusundan uyandıktan sonra, geçmişte yapılan aynı hataları tekrar yapacaksa, Türk demokrasisi açısından değişen bir şey olmaz.
Geçmişte düşülen hatalara tekrar düşmemesi için devin, Türkiye’de iktidar ve muhalefet partilerinin geçmişte ne gibi hatalar yaptığını bilmesi gerekir.
Türkiye’de iktidara gelen devin geçmişte yapılan aynı
hatalara düşme ihtimali çok yüksektir. Dahası
16 Nisan 2017 referandumuyla kabul
edilen “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” sayesinde dev, sadece yürütmeye
değil, yasamaya ve yargıya da sahip olacak ve bu şekilde sınırsız ve mutlak
bir güç elde edecektir. Hâliyle böyle bir sistemde bu devin otoriterleşme
ihtimali çok yüksektir. Demokrasiyi korumak için yola çıkanların, bir denge
ve fren sistemi olmadıkça, demokrasiye zarar vermeyeceklerinin bir garantisi
yoktur.
* * *
Türk siyasal tarihi adeta karşılıklı bir intikam alma tarihidir. Son yıllarda sağ, soldan intikam alıyor.
Uykudan uyanan dev, intikam almak için iktidara gelmemelidir.
İntikam süreci devam edecekse, Türkiye’ye hiçbir zaman demokrasi gelemeyecektir. Uyanan dev, intikam almak için değil, demokrasiyi kalıcı olarak tesis etmek için iktidara gelmelidir.
İktidara gelecek olan dev, ahlâkî ilkelerle hükmetmeyecekse, iktidarın değişmesinin Türk demokrasisine sağlayacağı bir yarar olmayacaktır. Böyle bir iktidar değişiminin personel değişiminden başka bir anlamı olmaz. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, personel değişimi değil, zihniyet değişimidir.
26 Nisan 2017, K.G.
(UYARI:
Alıntılarda muhakkak bu makalenin ilk defa
http://www.anayasa.gen.tr/dev.html adresinde yayınlandığı hususu
belirtilmelidir).
* Bu makale benim bir “vatandaş” sıfatıyla yazdığım bir makaledir.
[1].
Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte
mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”,
http://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma-v4.pdf.
[2].
Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte
mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”,
http://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma-v4.pdf.
[3].
“Tutulmuş” kelimesi yerine “haczedilmiş” de
diyebiliriz. İcra ve iflas hukuku terimi olarak “saisie”, “haciz”
demektir.
[4].
Louis
Favoreu, La Politique saisie
par le droit, Paris Economica, 1988, 153 s.
[5].
Siyasetin hukukun kıskacı altında olduğu bu
yarım yüzyıl, tam da benim hayatıma denk düşüyor: 1966 yılında doğdum.
Bu konulara aklımın erdiği ilk günlerden beri Türkiye’de demokrasinin hep
yetersiz bulunduğunu ve eleştirildiğini hatırlıyorum.
Ben de geçmişte Türk demokrasisini bolca
eleştirdim. Ama bugün anlıyorum ki, yetersiz de olsa demokrasi
içinde doğmuş, büyümüş ve yaşamışım. Bu ortamın verdiği imkânlar
içinde büyümüş ve yaşamış biri olarak, demokrasinin, kendi kendisine
olan, kendi kendisine varlığını sürdüren bir şey olduğunu sandım.
Demokrasinin korunmaya muhtaç bir şey olduğu aklımın ucundan
geçmedi. Oysa demokrasi de korunması gereken bir şeymiş. Bazı
kitaplarda bu yönde şeyler okumuş olsam da bunlara itibar etmedim.
Demokrasiyi zaten hukukun koruduğunu; anayasanın zaten demokrasiyi
koruyan mekanizmalar kurduğunu ve bunun demokrasiyi yaşatmak için
yeterli olduğunu sandım ve son bir iki yıla kadar da bundan pek
şüphe duymadım.
Oysa öyle değilmiş; demokrasi de
korunmaya muhtaç bir şeymiş.
Vakıa şu ki, demokrasiyi koruyacak olan
kişiler, yasama, yürütme ve yargı organlarını işgal eden kişiler
değil, bütün vatandaşlardır. Bir demokrasi onu savunan cesur
vatandaşlar olmadan hayatta kalamaz. Weimar Cumhuriyetinin ilk
Cumhurbaşkanı Friedrich Ebert’in söylediği gibi “demokrasinin
demokratlara ihtiyacı vardır (Demokratie
braucht Demokraten)”.
[6].
Jean-François Gagné,
Hybrid Regimes, 2013.
Oxford Bibliographies Online (under evaluation)
(http://www.oxfordbibliographies.com/view/document/obo-9780199756223/obo-9780199756223-0167.xml).
[7].
Mehran Kamrava,
Understanding Comparative
Politics: A Framework for Analysis, London, Roudledge, 1996,
s.92-93.
[8].
Wolfgang Merkel, “Embedded and Defective
Democracies”,
Democratization, Cilt 11, No 5, Aralık 2004, s.33-58
(https://www.wzb.eu/sites/default/files/personen/merkel.wolfgang.289/merkel_embedded_and_defective_democracies.pdf).
[9].
Ergun Özbudun,
Otoriter Rejimler, Seçimsel
Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları,
2001.
[10]. Fareed Zakaria, “The Rise of Illiberal
Democracy”, Foreign Affairs,
November–December 1997
(https://www.foreignaffairs.com/articles/1997-11-01/rise-illiberal-democracy).
[11]. https://freedomhouse.org/blog/twilight-modern-authoritarianism.
[12]. Guillermo
O’Donnell, “Delegative Democracy”, Journal of Democracy,
Cilt 5, Ocak 1994,
s.55-69.
(http://isites.harvard.edu/fs/docs/icb.topic925740.files/Week%206/ODonnell_Delegative.pdf).
[13].
Steven Levitsky ve Lucan A. Way, “The Rise of
Competitive Authoritarianism”,
Journal of Democracy,
Cilt 13, Sayı 2, Nisan 2002, s.52-65
(http://scholar.harvard.edu/levitsky/files/SL_elections.pdf).
[14].
Jan-Werner Müller,
What is Populism?
Philadelphia, University of Pennsylvania Press, 2016.
[15].
Bu konuda Türkçede şu güzel çalışmaya
bakılabilir: Ergun Özbudun,
Anayasalcılık ve Demokrasi, İstanbul, Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2015, s.122. Özbudun bu konuda başlıca şu çalışmaya
göndermede bulunuyor: David Collier ve Stefen Levitsky, “Democracies
with Adjectives: Conceptual Innovation in Comparative Research”,
World Politics, Cilt 49, Nisan 1997, s.430-451.
[16].
Georges Liet-Veaux, “La ‘fraude à la
constitution’: essai d'une analyse juridique des révolutions
communautaires récentes - Italie, Allemagne, France”,
Revue du droit public,
Cilt 59, 1943, s.116-150.
[17].
David Landau, “Abusive Constitutionalism”,
University of California
Davis Law Review, Cilt 47, Sayı 1, 2013, s.189-260.
[18].
Richard Albert, “Constitutional Dismemberment”,
Boston College Law School
Legal Studies Research Paper Series, Research Paper 424,
November 25, 2016 (https://ssrn.com/abstract=2875931). (Önümüzdeki
aylarda bir dergide yayınlanacaktır).
[19].
Jan-Werner Müller, “Populism and
Constitutionalism”, in
Oxford Handbook of Populism
(Ed. Cristóbal Rovira Kaltwasser
et al.) (Editor,
Oxford, Oxford University Pres, Ekim 2017 (Çıkacak). Bu konuda
ayrıca bkz.: Jan-Werner Müller, “Populist Constitutions: A
Contradiction in Terms?”,
Int’l J. Const. L. Blog, Apr. 23, 2017, at
http://www.iconnectblog.com/2017/04/populist-constitutions-a-contradiction-in-terms/;
Michaela Hailbronner ve David Landau, “Introduction: Constitutional
Courts and Populism”, Int’l
J. Const. L. Blog, Apr. 22, 2017, at:
http://www.iconnectblog.com/2017/04/introduction-constitutional-courts-and-populism/
[20].
Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte
mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”,
http://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma-v4.pdf.
[21].
Siyasî süreç bozulmadan önce neredeyse her
ülkede demokrasiyi koruyacak hukukî mekanizmalar en ileri, en
sofistike aşamasındaydılar. Bu ileri düzey mekanizmalar gerçekte
yetersiz kaldılar.
[22].
Bu konuda bkz.
Kemal Gözler,
Elveda Anayasa: 16 Nisan 2017’de Oylayacağımız Anayasa Değişikliği
Hakkında Eleştiriler, Bursa, Ekin, 2017, s.113-122 (http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-kitap.htm).
[23].
“I
fear all we have done is to awaken a sleeping giant and fill him
with a terrible resolve”
(https://en.wikipedia.org/wiki/Isoroku_Yamamoto%27s_sleeping_giant_quote).
Bu söz 2001’de çekilen Pearl Harbor filminde de geçmektedir.
(UYARI:
Alıntılarda muhakkak bu makalenin ilk defa
http://www.anayasa.gen.tr/dev.html adresinde yayınlandığı hususu
belirtilmelidir).
UYARI:
Makalelerimin
tam metin olarak başka sitelerde veya gazetelerde yayınlanmasına rızam yoktur. İyi
niyetle bu makalemi tanıtmak isteyenlere, makalemi özetlemelerini veya
makalemden makalenin yarısını geçmeyecek ölçüde alıntı yapıp, okuyucuyu tam metin
için,
http://www.anayasa.gen.tr/dev.html şeklinde
link vererek
anayasa.gen.tr’ye
yönlendirmelerini rica ederim.
NOT:
Bu makale, önümüzdeki günlerde kağıt bir dergiye göndermeyi düşündüğüml bir
makalenin hazırlık versiyonudur. Bu metin nihai bir metin olarak değil, bir taslak
(draft) olarak görülmelidir. Bir dergide yayınlanıncaya kadar, bu makalede değişiklik, düzeltme ve geliştirme
yapma hakkım saklıdır. Kağıt dergide yayınlandıktan sonra,
buraya değil, kağıt dergiye atıf yapılması rica olunur. Kağıt dergide yayınlanıncaya
kadar bu makaleye şu şekilde atıf yapılabilir:
Kemal Gözler, “Demokrasi Nasıl Korunabilir? Uyuyan Devi Uyandırmak”, http://www.anayasa.gen.tr/dev.html (Konuluş Tarihi: 26 Nisan 2017).
SON KİTABIM:
Kemal Gözler,
Elveda
Anayasa: 16 Nisan 2017’de Oylayacağımız Anayasa Değişikliği Hakkında
Eleştiriler, Bursa, Ekin, 2017, VIII+192 sayfa. [Tanıtım]
|
BİR ÖNCEKİ MAKALEM:
Kemal Gözler, “YSK Karalarının Kesinliği Üzerine”, http://www.anayasa.gen.tr/ysk-baglayicilik.html (Konuluş Tarihi: 21 Nisan 2017).
(c) 26 Nisan 2017, Kemal Gözler
Ana Sayfa:
http://www.anayasa.gen.tr
Editör:
Kemal Gözler
E-mail: kgozler[at]hotmail.com
İlk Konuluş Tarihi: 26 Nisan 2017, Saat 10:40