Bilindiği gibi 20 Şubat 2019 tarihinde “Sigara Haram mı?” başlıklı bir makale yayınladım. 13 Mart 2019 günü de bu makaleye yöneltilen bazı eleştirilere, “Sigara Haram mı? (2): Eleştirilere Cevaplar” başlıklı ikinci bir makaleyle cevap verdim. Bu ikinci makalemin sonunda da belirttiğim gibi, asıl makaleme gelen eleştirilerden biri de benim İslâm hukukçusu olmadığım ve dolayısıyla uzmanlık alanım dışında bir konuda yazdığım noktasındaydı. İşte okuduğunuz makaleyi, başta bu eleştirilere cevap olarak yazmaya başladım. Daha sonra konu genişledi ve makale, “hukuk-fıkıh ilişkisi”ni inceleyen bir makale hâline geldi.
Önce “Sigara Haram mı?” başlıklı makaleme yöneltilen bu tür eleştirilere örnekler vereyim: Mesela bir okuyucum, makalem hakkında sosyal medyada şu yorumu yaptı:
Bir başka okuyucum da benzer şekilde şöyle yazdı:
Bir başkası “Kemal Gözler, bir müftü gibi fetvayı basıyor” diye yazdı ve “Kemal Gözler’in hatası, laik hukuk ile Şeriat’ı birbirine karıştırması” diye ekledi.
Bir okuyucum ise gönderdiği e-postada şöyle yazdı:
Bu değerli okuyucularım, sigaranın haram olup olmaması meselesini tartışmanın hukuk fakültesi öğretim üyelerinin değil, ilâhiyat fakültesi öğretim üyelerinin işi olduğunu düşünüyorlar. Benzer düşüncelerin daha pek çok okuyucuda olduğundan eminim. Hatta sadece ilâhiyatçıların değil, bizzat hukukçuların önemli bir kısmının da böyle düşündüklerini biliyorum. Bu tür konuların hukukçuların değil, ilâhiyatçıların uzmanlık alanına girdiği düşüncesi ülkemizde oldukça yaygın bir düşünce; ama doğru bir düşünce değil!
Bu yanlış düşünce, günümüzde Türkiye’de fıkhın ne olduğunun bilinmemesinden kaynaklanıyor. O nedenle kısaca fıkıh hakkında bilgi vermekte yarar vardır.
Mecellenin birinci maddesinde fıkıh ilmi şu şekilde tanımlanmıştır: “İlm-i fıkh, mesail-i şer'iyye-i ameliyyeyi bilmektir”. Yani, ameliyeye ilişkin şer'i meseleler fıkıh biliminin konusunu oluşturur. Kubbealtı Lügatine göre ameliye kelimesi, “iş”, “fiil” ve “muamele” demektir (1). Yani insanın davranışlarının tâbi olacağı hükümlerin incelenmesi fıkhın konusunu oluşturur. Buna göre inançlar ve dış dünyaya yansımayan düşünceler fıkhın konusunu oluşturmaz. Bu nedenle, “muamelat (borçlar hukuku)”, “ukubat (ceza hukuku)” ve “münakahat (aile hukuku)” fıkhın konusuna girer; ama “itikadat” fıkhın konusuna girmez.
İtikadî meseleler, yani inanç ile ilgili meseleler fıkıh ilminin dışında kalır (2). Bunlar ilâhiyatın alanına girer. Buna karşılık amelî meseleler, fıkhın alanına girer.
Peki sigara içilmesi itikadî bir mesele mi, yoksa amelî bir mesele midir? Bu meselenin basit bir cevabı vardır. Sigara içilmesi itikadî değil, amelî bir meseledir. Sigara tüttürmek bir insan davranışıdır. Yani sigara içme bir “amel”dir. Üstelik bu amel sonucu ortaya çıkan dumanın başkalarına da zararı vardır. İnsanın amellerinin, yani eylem ve işlemlerinin hüküm ve sonuçlarını incelemek ise hâliyle fıkhın alanına girer.
Fıkıh, amellerin, yani insan davranışlarının tâbi olduğu hükümler demek olduğuna göre, “fıkıh” demek aslında “hukuk” demektir. “Fıkıh” terimiyle herhangi bir hukuk değil, İslâm hukuku kastedildiği için, fıkha, doğrudan doğruya “İslâm hukuku” da diyebiliriz. Şimdiden belirtelim ki, bu makalede “fıkıh” ve “İslâm hukuku” terimleri aynı anlamda kullanılmıştır.
Sanıyorum sigaranın haram olup olmadığı sorununun bir fıkıh sorunu, yani İslâm hukuku sorunu olduğunu göstermiş bulunuyoruz.
O hâlde şu soruyu sormak gerekmektedir: Günümüzde fıkıh, yani İslâm hukuku, kimin uzmanlık alanına girer? Diğer bir ifadeyle günümüz Türkiye’sinde kim “İslâm hukukçusu”dur?
Ben “İslâm hukukçusu” muyum? Hayır değilim. Böyle bir iddiam da olmadı. Ben hukuk lisansına ve kamu hukuku doktorasına sahibim. Doçentliğim ve profesörlüğüm de anayasa hukuku alanındadır. Zaten söz konusu “Sigara Haram mı?” başlıklı makalemin girişinde de makaleyi yazma sebebimi şu şekilde açıklamıştım:
Peki sigaranın haram olduğunu ilân eden Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, “İslâm hukukçusu” mudur? Kesinlikle hayır. Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinde yayınlanan özgeçmişine (3) göre sayın Ali Erbaş’ın hukukla veya İslâm hukukuyla bir ilgisi yoktur. Kendisi hukuk fakültesi mezunu değildir. Keza Sayın Erbaş’ın ilâhiyat fakültelerinin “İslâm hukuku (fıkıh)” ana bilim dalında yaptığı bir akademik kariyer de yoktur. Kendisi “dinler tarihi” ana bilim dalı öğretim üyesidir. Doktorası da “İlâhî Dinlerde Melek İnancı” üzerinedir. Yani uzmanlığı amelî değil, itikadî, diğer bir ifadeyle inançla ilgili bir konudadır. Zaten görebildiğim kadarıyla, Sayın Ali Erbaş’ın İslâm hukukçusu olduğu yolunda bir iddiası da yoktur.
Prof. Dr. Ali Erbaş’ı bir yana bırakalım ve şu soruyu soralım: Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinin İslâm hukuku anabilim dallarında görev yapan öğretim üyeleri acaba “İslâm hukukçusu” mudur?
Bu soruya cevap vermek için önce “İslâm hukukçusu” sıfatına sahip olabilmek için gereken şartları görelim. İslâm hukukçusu sıfatının kanımca iki şartı vardır: Hukukçu olmak ve fıkıh alanında uzmanlaşmak.
a) Hukukçu Olmak.- İslâm hukukçusu olmanın birinci şartı hukukçu olmaktır. Nasıl “doktor” olunmadan “göz doktoru” olunmuyor ise “hukukçu” olunmadan da “İslâm hukukçusu” olunmaz. “Hukukçu” olmanın şartı ise hukuk fakültesi mezunu olmaktır.
b) Fıkıh Alanında Uzmanlaşmak.- Ancak her hukukçu bir “İslâm hukukçusu” değildir. Her doktorun bir “göz doktoru” olmaması gibi. Bir hukukçunun İslâm hukukçusu olabilmesi için fıkıh alanında uzmanlaşması gerekir. Fıkıh alanında uzmanlaşmamış bir hukukçu, “İslâm hukukçusu” değil, sadece “hukukçu”dur. Akademik kariyer anlamında bu uzmanlaşmanın ölçüsünün “doktora” diploması olduğunu söyleyebiliriz. O hâlde sadece hukuk fakültesi mezunu olup İslâm hukuku alanında çalışmakla birlikte henüz bu alanda doktorasını tamamlamamış kişiler “İslâm hukukçusu” değillerdir; bunlar “İslâm hukukçusu adayı”dırlar.
Özetle kendisine “İslâm hukukçusu” diyen kişinin öncelikle hukuk fakültesi mezunu olması ve daha sonra da İslâm hukuku alanında doktora yapmış olması gerekir. Hâliyle bu minimum şarttır; bunun üstüne doçentlik ve profesörlük unvanlarını da bu alanda almış olabilirler.
* * *Türkiye’de İslâm hukukçusu olmak için gereken bu iki şartı yerine getiren çok az kişi vardır. Şimdi bunların kimler olduğunu araştıralım:
Türkiye’de İslâm hukukçuları var ise, yani yukarıdaki iki şartı gerçekleştiren kişiler var ise, bunların öncelikle hukuk fakültelerinde olmaları beklenir.
Günümüzde sadece birkaç hukuk fakültemizde “İslâm hukuku” ana bilim dalı vardır. YÖK tarafından hazırlanan ve https://istatistik.yok.gov.tr adresinde yayınlanan “Yüksek Öğretim Bilgi Yönetim Sistemi”ndeki verilerden öğrendiğimize göre halihazırda Türkiye’de sadece beş adet hukuk fakültemizde “İslâm hukuku” ana bilim dalı vardır. Bunlarda çalışan öğretim elemanı sayıları aşağıdaki Tablo 1’de gösterilmiştir:
Kaynak: Bu tablo EK-1’deki Tabloda hukuk fakültelerine ilişkin satırlardan oluşturulmuştur.Görüldüğü gibi toplam beş hukuk fakültemizde sadece biri profesör, biri doçent, biri doktor öğretim üyesi ve ikisi de araştırma görevlisi olmak üzere toplam beş adet öğretim üyesi vardır. Bu tabloda yer alan profesör, doçent ve doktor öğretim üyesi hukuk fakültesi mezunu değildir. Dolayısıyla hukukçu değillerdir. İki adet araştırma görevlisinin ise hukuk fakültesi mezunu olup olmadığını saptayamadık. Bu konuda kaynaklarıyla birlikte daha fazla bilgi edinmek için EK-3’deki “Hukuk Fakültelerinde İslâm Hukuku Ana Bilim Dalları ve Öğretim Elemanları Sayıları Hakkında Gözlemler” başlıklı notumuza bakılabilir.
Yukarıda İslâm hukuku ana bilim dalı mevcut olan hukuk fakültelerinin istisnasız hepsinin yeni kurulmuş hukuk fakülteleri olduğunu da belirtmemiz gerekir. İçlerinden bazılarında tek bir profesör, tek bir doçent, tek bir doktora yapmış öğretim üyesi yoktur (4).
Burada belirtelim ki, geçmişte ve günümüzde, köklü hukuk fakültelerimizde eskiden beri mevcut olan “hukuk tarihi” anabilim dallarında İslâm hukuku üzerine çalışmış ve eserler vermiş “İslâm hukukçusu” sıfatına layık az sayıda da olsa öğretim üyesi olmuştur. Bunlardan biri Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Ana Bilim Dalı emekli öğretim üyesi (halen Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı) Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın’dır. İkincisi Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’dir. Her ikisi de hukuk fakültesi mezunudur ve İslâm hukuku alanında yayınlanmış pek çok çalışmaları vardır.
Türkiye’de hukuk fakültesi öğretim üyeleri tarafından yazılmış İslâm hukuku kitapları da vardır. Örnek olarak Sabri Şakir Ansay’ın Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku (5) ve Ekrem Buğra Ekinci’nin İslâm Hukuku (6) isimli kitapları zikredilebilir.
Ancak nedense Türkiye’de “İslâm hukukçusu” deyince hukuk fakültesi mezunu olup hukuk fakültelerinin hukuk tarihi ana bilim dallarında çalışan az sayıdaki hukukçular değil de, hukuk fakültesi mezunu olmayan, birtakım ilâhiyat fakültesi öğretim üyelerinin ismi akla gelmektedir. Bunun muhtemel nedeni, hukuk fakültelerinde bu alanda çalışan öğretim elemanı sayısı çok az iken, aşağıda göreceğimiz gibi, ilâhiyat fakülteleri ve İslâmî ilimler fakültelerinin İslâm hukuku ana bilim dallarında çalışan öğretim elemanı sayısının çok fazla olmasıdır.
Şimdi ilâhiyat fakültelerinde İslâm hukukçusu olup olmadığını araştıralım. Ama önce ilâhiyat fakülteleri ve İslâmî ilimler fakültelerindeki İslâm hukukçusu sayılarını verelim.
Öncelikle belirtelim ki bazı ilâhiyat veya İslâmî bilimler fakültelerinde “İslâm hukuku ana bilim dalı” diye isimlendirilen ana bilim dalları, ilâhiyat veya İslâmî bilimler fakültelerinde “fıkıh ana bilim dalı” ismini taşımaktadır. Bunların esas itibarıyla aynı ana bilim dalları olduğu söylenebilir. https://istatistik.yok.gov.tr adresinde yayınlanan “Yüksek Öğretim Bilgi Yönetim Sistemi”ndeki verilere göre ilâhiyat veya İslâmî bilimler fakültelerinde “İslâm hukuku” + “fıkıh” ana bilim dallarında çalışan toplam öğretim elemanı sayıları aşağıda Tablo 2’de gösterilmiştir.
Görüldüğü gibi ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinde “İslâm hukuku” veya “fıkıh” ana bilim dallarında, 50’si profesör, 39’u doçent, 150’si doktor öğretim üyesi, 13’ü öğretim görevlisi ve 123’ü araştırma görevlisi olmak üzere toplam 375 öğretim elemanı vardır.
Karşılaştırma.- Hukuk fakültelerindeki “İslâm hukuku” ana bilim dallarında toplam öğretim elemanı sayısı 5 iken, ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinde “İslâm hukuku” ve “fıkıh” ana bilim dallarında öğretim elemanı sayısının 375 olması hayret vericidir.
Türkiye’de ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerindeki İslâm hukukuna bu kadar yüksek oranda yatırım yapılmasının sebebini anlamakta güçlük çekiyoruz.
Türkiye’de hukuk fakültelerinde pek çok ana bilim dalında bu sayıların yarısı kadar öğretim elemanı bulunmaz. Örneğin yine YÖK tarafından hazırlanan ve https://istatistik.yok.gov.tr adresinde yayınlanan “Yüksek Öğretim Bilgi Yönetim Sistemi”ndeki verilerden elde ettiğimiz EK-5’teki tabloya göre, Türkiye’de bütün hukuk fakültelerinde mevcut anayasa hukuku ana bilim dallarında, 9 Mart 2019 tarihi itibarıyla, sadece 20 profesör, 14 doçent ve 45 doktor öğretim üyesi olmak üzere toplam 79 adet öğretim üyesi vardır (7). Buna karşılık ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinde İslâm hukuku ana bilim dallarında 50 profesör, 39 doçent ve 150 doktor öğretim üyesi olmak üzere toplam 239 adet öğretim üyesi vardır. Bu fark şaşırtıcıdır. Türkiye’de İslâm hukuku ana bilim dallarında çalışan öğretim üyesi sayısı, anayasa hukuku ana bilim dallarında çalışan öğretim üyesi sayısının tam üç katıdır. Bu rakamlar Türkiye’deki anayasa hukuku sorununun sebepleri hakkında da bir fikir vermektedir. Yine bu rakamlar Türkiye’nin nereye gittiğinin de bir göstergesidir.
Hukuk fakültesi ile ilâhiyat fakültesi karşılaştırmasına değinmiş iken şunu da belirmek isterim ki, aynı çarpıcı farklar, Türkiye’deki hukuk fakültesi toplam öğretim elemanı sayıları ile ilâhiyat fakültesi (+İslâmî ilimler fakültesi) toplam öğretim elemanı sayıları bakımından da vardır. 16 Mart 2019 tarihi itibarıyla, hukuk fakültelerinde toplam 441 profesör var iken ilâhiyat fakültelerinde toplam 613 profesör, hukuk fakültelerinde toplam 229 doçent var iken ilâhiyat fakültelerinde toplam 357 doçent, hukuk fakültelerinde toplam 813 adet doktor öğretim üyesi var iken ilâhiyat fakültelerinde toplam 1331 adet doktor öğretim üyesi vardır. Bu rakamlar hayret vericidir. Türkiye'nin yolunu şaşırdığının da bir göstergesidir. Sayıların kaynağı ve bu konuda daha ayrıntılı gözlem ve eleştirilerimiz için “EK-4: Hukuk Fakültesi ile İlâhiyat Fakültesi Öğretim Elemanı Sayıları: Bir Karşılaştırma ve Değerlendirme” başlıklı notumuza bakılabilir.
Yukarıda açıkladığımız gibi “İslâm hukukçusu” sıfatına sahip olmak için iki şart vardır: Hukukçu olmak ve İslâm hukuku alanında uzmanlaşmak. Hukukçu olmanın şartı hukuk fakültesi lisans eğitimi almak, yani hukuk fakültesi mezunu olmaktır. İslâm hukuku alanında uzmanlaşmanın biçimsel bir ölçüsü ise o alanda doktora yapmış olmaktır.
İlâhiyat ve İslâmî bilimler fakültelerinin İslâm hukuku ana bilim dallarında görev yapan toplam 375 adet öğretim elemanının acaba kaçı bu iki şartı birlikte yerine getiriyor?
Bu iki şartı birlikte taşıyan öğretim elemanları, bir ilâhiyat fakültesinde çalışıyor olsalar bile İslâm hukukçusu sıfatını taşıyabilirler. Yani İslâm hukukçusu olmak için hukuk fakültesinde çalışıyor olmaya gerek yoktur. Hukuk fakültesi mezunu olup, ilâhiyat fakültesinde çalışan bir kişi de İslâm hukukçusu sıfatına sahip olabilir.
Yukarıda açıkladığımız gibi ilâhiyat fakülteleri İslâm hukuku ana bilim dallarında toplam 375 adet öğretim elemanı vardır. Acaba bunların içinde kaçı hukuk fakültesi mezunudur? Bu soruya cevap verebilmek için bu 375 kişinin özgeçmiş bilgilerine tek tek ulaşıp hukuk fakültesi mezunu olup olmadıklarına bakmak gerekir. Bu çok zor bir iştir. Kaldı ki pek çok öğretim elemanının özgeçmiş bilgileri fakültelerinin web sayfalarında ya hiç yoktur, ya da eksiktir. Bununla birlikte biz elimizden geldiği ölçüde pek çok ilâhiyat fakültesinin web sayfasına girip İslâm hukuku veya fıkıh ana bilim dallarında görev yapan öğretim elemanlarının özgeçmişlerine bakıp hukuk fakültesi mezunu olup olmadıklarını araştırdık. Maalesef sadece beş adet öğretim elemanının hukuk fakültesi mezunu olduğunu gördük.
Bunlardan birincisi eski Diyanet İşleri Başkanı ve halen İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Uluslararası İslâm ve Din Bilimleri Fakültesi İslâm Hukuku Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’dur. Kendisi İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1974) ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1976) mezunudur. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde İslâm hukuku alanında doktora yapmıştır (8).
İkinci öğretim üyesi yine aynı Fakültenin aynı ana bilim dalında görev yapan Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez’dir. Sayın Dönmez, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1974) ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1976) mezunudur. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinden İslâm hukuku alanında doktora diplomasını 1981 yılında almıştır (9).
Hukuk fakültesi mezunu üçüncü öğretim üyesi, Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Talip Türcan’dır. Kendisi Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi (1992) ve Ankara Üniversite Hukuk Fakültesi (1997) mezunudur (10).
Dördüncü öğretim üyesi Trakya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Ana Bilim Dalında görev yapan Dr. Öğr. Üyesi Fatih Yakar’dır. Kendisi Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi (2000) ve Uludağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi (2018) mezunudur (11).
Hukuk fakültesi mezunu beşinci öğretim elemanı, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Ana Bilim Dalında görev yapan araştırma görevlisi Kamil Çalışkan’dır. Kendisi Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur (12). Bu genç meslektaşımız, İslâm hukuku alanında doktorasını tamamladığında “İslâm hukukçusu” unvanını kazanacaktır.
Bu beş kişi dışında (13), ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinin İslâm hukuku veya fıkıh ana bilim dallarında çalışan öğretim elemanlarının hukuk fakültesi mezunu olup olmadığını bilmiyoruz. Tekrar belirtelim ki, 375 kişinin özgeçmişlerine ulaşma ve bunları tek tek inceleme imkânımız olmadı. O nedenle ilâhiyat fakültelerinin İslâm hukuku ana bilim dallarında çalışan bizim bilmediğimiz hukuk fakültesi mezunu öğretim elemanları olabilir. Bunları bize bildireceklere şimdiden teşekkür ederiz.
Burada belirtelim ki, ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinin İslâm hukuku veya fıkıh ana bilim dallarında çalışan ve hukuk fakültesi mezunu olmayan öğretim üyelerinin doçentlik belgelerinde “İslâm hukuku doçenti” yazmasının bu tartışma açısından bir değeri yoktur. bu, hukuk fakültesi mezunu olmayanlara “İslâm hukuku doçenti” unvanını yanlış yere tevcih eden Üniversitelerarası Kurulun sorumluluğunda olan bir hatadan başka bir şey değildir. Aynı şey, “İslâm hukuku profesörü” unvanı bakımından bu unvanı veren rektörlükler için de söylenebilir.
İlave edelim ki, ilâhiyat fakültelerinin İslâm hukuku ana bilim dallarından emekli olan profesörler de “İslâm hukukçusu” veya “İslâm Hukuku Profesörü” unvanını bolca kullanmaktadır. Örneğin Hayrettin Karaman’ın internet sitesi “İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman’ın İnternet Sitesi” başlığını taşımaktadır (14). Oysa Sayın Profesör, aynı sitede yer alan özgeçmişine göre, hukuk fakültesi mezunu değildir (15).
Tekrarlayalım: Hukuk fakültesi mezunu olmayan bir kişi, hukukçu olamayacağına göre İslâm hukukçusu da olamaz. Hukuk fakültesi mezunu olmayan bir İslâm hukukçusu, tıp fakültesi mezunu olmayan bir “ortopedi uzmanı”na benzer.
Hukuk fakültesi mezunu olmayan kişilerin “İslâm hukukçusu” sıfatını kullanmaları, modern Türkiye’de ortaya çıkmış bir garipliktir. Böyle bir gariplik, Osmanlı’da ve keza Cumhuriyetin ilk devirlerinde yoktu.
Osmanlı dönemindeki İslâm hukukçuları birer “hukukçu” idiler. Kendi dönemlerinde hukuk fakültesinin dengi olan okullardan mezun olmuşlardı. Keza kendi dönemlerinde hâkimlik sınavlarına girmiş, bu sınavları kazanmış ve bazıları fiilen hâkimlik de yapmışlardı. Birkaç örnek verelim:
Mecelle şarihi Ali Haydar Efendi hukukçudur. Ali Haydar Efendi, “Medresetü’l-Kudât” (yani kadı yetiştiren okul, yani döneminin hukuk fakültesi) mezunudur ve bu okulu bitirdikten sonra kadı olmuştur. Çeşitli yerlerde kadılık yaptıktan sonra 1884’te İstanbul İstinaf Mahkemesi üyeliğine getirilmiştir. Medresetü’l-Kudâtta ve Darü’l-Fünunun Hukuk Şubesinde çeşitli hukuk dersleri okutmuştur (16).
Elmalılı Hamdi Yazır, “Mekteb-i Nüvvâb” (naipler mektebi, Medresetü’l-Kudâtın selefidir) mezunudur. Hamdi Efendi, Mekteb-i Nüvvâb ve Medresetü’l-Kudâtta fıkıh ve Mekteb-i Mülkiyede vakıf hukuku dersleri okutmuştur (17).
Diğer bir örnek Usûl-i Fıkıh Dersleri (1912) ve Usûl-i Fıkıh: Medhal (1917) (18) gibi eserlerin yazarı Mehmed Seyid Beydir. Mekteb-i Hukuk mezunudur (1904). İzmir'de iki yıl dava vekilliği yapmıştır. Daha sonra Darülfünun Hukuk Fakültesi Usûl-i Fıkıh müderrisliğine getirilmiş ve bu arada uzun yıllar usul-i fıkıh dersini okutmuştur. Cumhuriyet döneminin ilk Adalet Bakanıdır (19).
Son devrin en önemli İslâm hukukçularından olan Ömer Nasuhi Bilmen de Medresetü’l-Kudât mezunudur. Bir hukukçu olarak uygulamada da çalışmıştır. Mahkeme-i Temyîz Şer'iyye Dairesi terekeye müteallik İ'lâmât telhîs mümeyyizliği görevinde bulunmuştur (20).
Burada Hukuk Mantığı ve Tefsir (Ankara, Güney Matbaacılık, 1948), İslâm Hukuku (Ankara, Diyanet İşleri Reisliği, 1955) ve İslâm’da Kaza (Ankara, Yargıçoğlu Matbaası, 1962) gibi önemli eserlerin yazarı olan Ali Himmet Berki’den de bahsetmek gerekir. Ali Himmet Berki, Medresetü’l-Kudâtı 1909’da birincilikle bitirmiştir. Çeşitli şehirlerde kadılık yapmıştır. Cumhuriyet döneminde Temyiz Mahkemesine (Yargıtaya) üye ve ardından da İkinci Hukuk Dairesine başkan olmuş ve başkanlık görevini 1933 yılından 1950 yılına kadar sürdürmüştür (21). Medresetü’l-Kudâtta yetişmiş büyük bir İslâm hukukçusu, laik Cumhuriyetin ilk döneminde Yargıtay’da çok uzun yıllar üyelik ve daire başkanlığı yapmış, bir yandan da İslâm hukuku alanında eserler üretmiştir. Görüldüğü gibi laik bir devlette hâkimlik yapmak ile İslâm hukukçusu olmak arasında bir çelişki yoktur. Ali Himmet Berki’nin Yargıtay’da hâkim olarak elde ettiği tecrübenin onun yazdığı İslâm hukuku eserlerine katkı da bulunmuş olması muhtemeldir. Keza onun fıkıh usûlü bilgisi de, pek muhtemelen, hâkim olarak karar verirken kendisine yardımcı olmuştur.
Görüldüğü gibi Osmanlı’da yetişmiş günümüzde de eserleri bilinen Ali Haydar Efendi, Mehmed Seyid bey, Ömer Nasuhi Bilmen, Elmalılı Hamdi Yazır, Ali Himmet Berki gibi İslâm hukukçuları (bu isimlere Mahmut Esad Efendi ve Ebulûla Mardin gibi başka isimler de eklenebilir), günümüzün “İslâm hukukçuları”ndan farklı olarak, birer “hukukçu” idiler; dönemlerinin hukuk fakültelerinden mezun idiler ve dönemlerinin hukuk fakültelerinde ders veriyor idiler. Keza bunların bir kısmı da sadece teorisyen değil, aynı zamanda hukuk uygulamasında da hâkim olarak çalışmış kişiler idi.
Günümüzün “İslâm hukukçuları”nın selefleriyle kıyaslanamamalarının bir nedeni herhalde seleflerinin aksine hukuk fakültesi mezunu olmamaları ve hukuk uygulamasının içinde yer almamış olmalarıdır.
“Hukukçu olmayan İslâm hukukçusu” olgusu sadece Osmanlı’da değil, Türkiye’de Cumhuriyetin ilk devirlerinde de yoktu. Şöyle ki, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde İslâm Hukuku Kürsüsü (Ana Bilim Dalı), 31 Ekim 1949 tarihinde bir hukukçu olan Prof. Esat Arsebük tarafından kurulmuştur. İslâm Hukuku Kürsüsü Başkanlığı 1952-1957 yılları arasında Prof. Dr. Sabri Şakir Ansay, 1958-1961 yılları arasında Prof. Dr. Şakir Berki tarafından yapılmıştır. Bu Fakültede İslâm hukuku dersleri de bu isimler tarafından okutulmuştur. Her üç isim de hukukçudur; Esat Arsebük, Darülfünun Hukuk Şubesinden; Sabri Şakir Ansay, Medresetü’l-Kudâttan ve Şakir Berki Ankara Hukuk Fakültesinden mezundurlar ve üçü de o yıllarda aynı zamanda Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde profesör olarak çalışmaktaydılar (22).
Görüldüğü gibi “hukukçu olmayan İslâm hukukçusu” olgusu Türkiye’de Cumhuriyetin ilk devirlerinde yoktu; bu olgu açıkçası 1960’lardan sonra ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de 1960’lardan sonra ortaya çıkan bu olgunun benzerinin diğer İslâm ülkelerinde olduğunu da sanmam. Bu konuda bir araştırmam söz konusu değil. Ama Türkçeye kitapları çevrilmiş üç Arap fıkıh hocasının özgeçmişlerine baktım ve bunların da hukukçu olduklarını, kendi ülkelerinde, kendi dönemlerinin hukuk fakültelerini bitirdiklerini gördüm.
Örneğin zamanımızın önde gelen İslâm hukukçularından Muhammed Ebu Zehra’nın Medresetü'l-Kazai'ş-Şer'î’den mezun olduğu ve avukatlık stajını tamamladığı ve daha sonraları Fuad Üniversitesi Hukuk Fakültesinde hocalık yaptığı anlaşılıyor (23). Zekiyyüddin Şa'ban’ın da hukuk fakültesi mezunu olduğu ve Ayn Şems Üniversitesi Hukuk Fakültesinde hocalık yaptığı görülüyor (24). Abdülkerîm Zeydân’ın Bağdat Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1950’de mezun olduğu (25), doktorasını Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesinde yaptığı anlaşılıyor (26). Bu konuda Abdülkadir Udeh, Emced Zehavi, Abdürrezzak Senhurî, Mustafa Ahmed Zerka, Muhammed Hamidullah, Vehbe Zuhaylî gibi isimler de örnek gösterilebilir. Bu isimler hukuk fakültelerinden veya kendi dönemlerinin hukuk fakültesi dengi okullardan mezundurlar ve bir kısmı da uygulamada hâkim olarak çalışmışlar, diğer bir kısmı ise hukuk fakültesinde hocalık yapmışlardır (27).
Görüldüğü gibi, “hukukçu olmayan İslâm hukukçusu” olgusu eşine pek rastlanır bir olgu değildir; bizde de 1960’lardan sonra ortaya çıkmıştır. Bu olgu yenidir; ama çok hızlı bir şekilde yayılmıştır. Bugün Türk üniversitelerinde “İslâm hukukçusu” sıfatını haksız yere kullanan üç yüz küsur öğretim elemanı vardır.
Şüphesiz ki “hukukçu olmayan İslâm hukukçusu” olgusu, bu üç yüz küsur öğretim elemanına isnat edilebilecek bir şahsî kusur değildir. Bu olgu, Türkiye Cumhuriyetinin özgül tarihsel koşullarının bir ürünüdür. Ancak tarihsel sebeplerle izahı mümkün de olsa, bu yine de yanlıştır. Bu öğretim elemanlarından bir kısmının da bunun yanlış olduğunun farkında olduklarını düşünüyorum. Nitekim içlerinden birkaçı da hukuk fakültesine gitme ihtiyacını hissetmiştir.
“Hukukçu olmayan İslâm hukukçusu” olgusu ne kadar yaygın olursa olsun yanlış bir olgudur. Bir olgunun yaygın olması onun doğru olduğunu göstermez. Thomas Hobbes’un dediği gibi, dünyanın her yerinde insanlar evlerini kum üzerinde kursalar da, bundan evlerin kum üzerini kurulması gerektiği sonucu çıkmaz (28). Bu yanlıştan dönmek, İslâm hukukunu ilâhiyatçıların elinden kurtarmak gerekir. Bu yanlıştan dönülemez ise, İslâm hukuku “hukuk” olmaktan çıkar. “Hukukçu olmayan İslâm hukukçuları”nın İslâm hukukuna verebileceği pek çok zarar vardır.
Esasen hukuk öğrenimi görmemiş ve dolayısıyla avukat veya hâkim olma ehliyetine sahip olmayan kişilerin, hukuk kültürüne sahip olması, insan fiillerinin hukukî tavsifîni doğru bir şekilde yapabilmesi, hukukun şekilciliğini anlaması, kanunîlik ve dar yorum ilkelerini içine sindirmesi, hukukî kesinlik ve güvenlik ilkelerini ön plânda tutması düşük bir ihtimaldir. Örneğin günümüzde bazı “İslâm hukukçuları”nın sigaranın haramlığı konusunda bol keseden yapılan kıyaslarla sonuç çıkarmaları veya sigarayı “tehlike”, “israf”, “habislik” gibi soyut kavramlara dahil edebilmelerinin altında muhtemelen bunların hukuk öğrenimi almamış olmaları ve hukuk kültüründen mahrum bulunmaları vakıası yatmaktadır. Hiçbir hukukçu böyle kıyas yapmaz; hiçbir hukukçu böyle soyut kavramlarla suç veya haram ihdas etmez.
Burada önemle belirtmek isterim ki, yukarıda açıkladığım iki şart (hukukçu olmak ve İslâm hukuku alanında uzmanlaşmak) İslâm hukukçusu sıfatına sahip olmanın şartlarıdır.
Ben bu sıfatı taşımayan kişilerin İslâm hukuku alanında kitap veya makale yazamayacaklarını söylemiyorum. Keza bu sıfatı taşıyan herkesin de İslâm hukukunda eser verebileceğini ve bunların yazdığı her yazının bilimsel değere sahip olduğunu da söylemiyorum.
“Bilim adamı” başka, “bilim” başka ve hatta “bilimin konusu” daha başkadır. Bilimsel bilgi, bilim adamının sıfatından kaynaklanan bir bilgi değildir. Bilimsel bilgi, kendisine belirli bir metodoloji dahilinde ulaşılan ve en azından kendi içinde tutarlı olan bir bilgidir. Bilim adamlarının değeri, taşıdıkları sıfatlardan veya sahip oldukları diplomalardan değil, ürettikleri eserden, yazdıkları kitap ve makalelerden kaynaklanır. Bu eserlerin, bu kitap ve makalelerin değeri ise bunlardaki metodolojik tutarlılık ve argümantasyon gücüyle ölçülür.
Bilim sıfattan veya unvandan kaynaklanıyor olsaydı, Türk üniversiteleri dünya biliminde ilk sıralarda yer alırdı.
Bilim sıfattan değil, akıldan kaynaklanır. Bilim, aklına, metoduna, araştırma enerjisine, çalışma disiplinine ve argümantasyon gücüne güvenen herkese açıktır. Tarihte her zaman, sıfatı ve diploması olmayan kişilerin ürettiği önemli eserler olmuştur. Sosyolojik hukuk okulunun kurucusu Roscoe Pound aslında bir botanikçidir. Klasik arkeolojinin önemli isimlerinden olan ve Strabo on the Troad kitabının yazarı Walter Leaf bir bankacıdır (29).
Pek çok bilim alanı vardır ki, o alan, meslek ahmaklarına bırakılmayacak kadar önemlidir. Hukuk, hukukçulara bırakılmayacak kadar değerli bir şeydir. Fıkıh da fıkıhçılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.
Belli bir mesleği icra etmek, belli sıfat ve diplomalara sahip kişilerin tekelinde olmalıdır. Ancak o alanda yazı yazmak kimsenin tekelinde değildir. Yeter ki yazılan yazı, metodolojik olarak tutarlı olsun, bilime yenilik getirsin ve yazarın kendi emeğinin ürünü olsun. Alanı dışında yazan yazara yapılacak eleştiri, alanı içinde yazan yazara yapılacak eleştirinin aynısıdır. Bu eleştiri, yazının içeriğinde bir hata varsa bu hatayı, yazıda metodolojik bir tutarsızlık varsa bu tutarsızlığı göstermekten ibarettir.
Hâliyle alan içi veya alan dışı olsun yazılan bütün kitap ve makalelerin dürüstçe ve samimî bir şekilde yazılması gerekir. Geçmişte hukukçu olmadığı hâlde KPSS’ye veya hâkimlik sınavlarına yönelik “Anayasa Hukuku” veya “İdare Hukuku” kitabı yazan pek çok kişiyi şiddetle eleştirdim ve bu kişilerin kitaplarında nasıl yanlışlar ve usûlsüz alıntılar bulunduğunu ayrıntılı olarak gösterdim (30). Hayatında bir anayasa hukuku makalesi yazmamış kişilerin sınavlara hazırlananlara yönelik anayasa hukuku veya idare hukuku kitabı yazmasını iyi niyetli bir çaba olarak görmedim. Bu kişiler anayasa ve idare hukuku aşkları yüzünden yazıyor olsalardı, KPSS kitabı yazmak yerine, öncelikle bu alanlarda makale yazmaları gerekmez miydi?
Makalenin başında da açıkladığım gibi hukuk ve fıkıh birbirine çok benzer. Her ikisinin inceleme konusu, insan fiillerinin, yani amellerinin hüküm ve sonuçlarıdır.
Fıkıh ve modern hukukumuz aynı ağacın dalları gibidir. Yeryüzündeki hukuk, bir ağacın dallara ayrılması gibi, kendi içinde çeşitli “hukuk aileleri”ne veya “hukuk sistemleri”ne ayrılır. İslâm hukuku da bu sistemlerden biridir.
Yeryüzünde hukuk sistemleri arasında içerik bakımından bazı benzerlikler ve farklar vardır. Ancak hukuk sistemleri arasında bunların metodolojileri, yani akıl yürütme biçimleri açısından çok az fark bulunur. Yani X ülkesinin hukuku ile Y ülkesinin hukuku arasında kuralların içeriği bakımından az çok fark olabilir. Mesela X ülkesinde suç olan bir fiil, Y ülkesinde suç olmayabilir. X ülkesinde geçersiz olan bir sözleşme, Y ülkesinde geçerli olabilir. Belirtelim ki, bu farklar dahi gerçekte çok azdır.
Ancak X ülkesindeki hukukçu da, Y ülkesindeki hukukçu da aynı metotları kullanır; aynı akıl yürütme yollarıyla çıkarımda bulunur. Hukuk sistemleri arasında metodoloji farklılığı çok ama çok azdır. Türk hukuku ile Yunan hukuku arasında belki içerik olarak yüzde 20 oranında fark vardır; ama Yunan hukuk metodolojisi ile Türk hukuk metodolojisi arasında fark muhtemelen yüzde 2’den daha fazla değildir. Bu gayet normal ve beklenen bir şeydir; çünkü hukuk metodolojisi aklın ürünüdür; insan aklının çalışma prensipleri de, en azından Akdeniz havzasında, aynı veya birbirine çok yakındır ve dahası bu prensipler 2000 küsur yıldır da pek değişmemiştir.
Günümüzde Roma hukuku temelli hukukların arasında içerik olarak çok az, metodoloji olarak sıfıra yakın bir fark vardır. Benzer şey, aynı ölçüde olmasa bile Akdeniz havzasında doğup gelişmiş diğer hukuk sistemleri için de söylenebilir. Roma hukuku ile İslâm hukuku arasında (31), keza bunlar ile Yahudi hukuku arasında çok büyük farklar yoktur. Bunların içerik olarak birbirine benzediği ve farklı olduğu yanlar vardır. Ancak metodoloji açısından baktığımızda bunların arasında fark çok azalır. Gerek Roma hukukunda, gerek İslâm hukukunda, gerekse Yahudî hukukunda akıl yürütme yöntemleri birbirine çok benzer. Bunda da şaşırtıcı bir yan yoktur. Hukukun kendisi kanun koyucunun ürünü olsa da, hukuk metodolojisi insan aklının ürünüdür; yani hukukçuların eseridir.
Akdeniz havzasında ortaya çıkıp gelişmiş bütün hukuklarda benzer akıl yürütme yolları kullanılmıştır. Nihayette insan düşüncesinin temelleri, en azından Akdeniz havzasında, pek benzerdir. Bundan 2300 yıl önce yaşamış olan Aristo’nun ürettiği kavramlar, oluşturduğu kategoriler ve ortaya koyduğu ilkeler, Roma hukukçularını da İslâm hukukçularını da etkilemiştir. Böyle olmasıydı Aristo Arapçaya çevrilir miydi? Böyle olmasaydı Aristo Osmanlı medreselerinde okutulur muydu?
* * *İslâm hukukunda Kur'an-ı Kerim ve hadisin değişmez olması, bir özgünlüktür; ama bu özgünlük, hukuk teorisi açısından onu diğer hukuk sistemlerinden farklı kılmaz. Diğer hukuk sistemlerinde de, hukuk normu, hukukçunun eseri değil, anayasa koyucunun ve kanun koyucunun eseridir. Usûlüne uygun olarak değiştirilme imkânı varsa da, anayasa koyucu veya kanun koyucu tarafından değiştirilmedikçe, hukukçular hukuk normunu, aynen fakihlerin nassları kabul ettiği gibi, kendi dışında oluşmuş ve sabit normlar olarak kabul ederler. Romanist hukuk sistemde hukukçunun norma bakışıyla, İslâm hukukundaki fıkıhçının nasslara bakışı arasında bir fark yoktur.
Esasen normun değişebilirliği göreceli bir kavramdır. ABD Anayasası 232 yaşındadır ve Anayasaya sadece 27 adet “ekleme (amendment)” yapılmıştır. Kaldı ki, normun değişmez olması sanıldığı gibi her zaman bir dezavantaj değildir. Normun değişmez olması aslında iktidarı sınırlandırmak bakımından avantajdır. İslâm hukukunun normlarının bir kısmının değişmez olması, siyasî iktidarın, ne kadar güçlü olursa olsun, en azından teorik olarak, dokunamayacağı bir alan olduğu anlamına gelir.
* * *Türk modern hukuku İslâm hukuku değil, Roma hukuku kaynaklıdır. Modern Türk hukuku Roma hukuk ailesinin içinde yer alır. Ancak modern Türk hukukunun Roma hukuku kökenli olması, İslâm hukuku ile modern hukukumuzun tamamen farklı şeyler olduğu, birbirinden tamamıyla ayrı disiplinler olduğu anlamına gelmez. Modern Türk hukuku ile İslâm hukuku arasındaki fark, Roma hukuku ile İslâm hukuku arasındaki fark kadardır; daha fazla değildir.
Modern hukukumuzdaki kavram, kurum ve ilkelerin pek çoğunun aynıları veya benzerleri fıkıhta da vardır. Bunun tersi de doğrudur. Fıkıhta kullanılan pek çok kavram, kurum ve ilkelerin aynısı veya denkleri modern hukukumuzda da vardır.
“Sigara Haram mı?” başlıklı ilk makalemde kullandığım bütün teknik terimlerin ve ilkelerin hepsinin hem fıkıhtaki, hem de Roma hukukundaki karşılığını verdim. Pek çok kavramın ve ilkenin ismini eski kelimelerle veya Arapçayla verirken yanına parantez içinde Latincelerini de yazdım. Kimileri bunu bir ukalalık olarak algıladı. Kimileri de bunu İslâm hukukuna yapılan bir saldırı olarak yorumladı. Bununla İslâm hukukunun orijinal bir hukuk olmadığını ima etmeye çalıştığımı sandılar. Makalemde kavramların hem İslâm hukukundaki, hem Batı hukukundaki karşılıklarını kasten yan yana verdim. Bununla gerek modern hukukçulara, gerekse İslâm hukukçularına “sizin birbirinizden bir farkınız yok; kavramlarınız, kurumlarınız, ilkeleriniz, metodolojiniz esasen aynı; ikiniz birbirini tanımayan kardeşlersiniz” demek istedim.
Sigara sorunu, hukukun da, fıkhın da, nasıl aynı metodolojik sorunlarla uğraştığını gösteren güzel bir örnektir. Yine bu sorun, hukukun da fıkhın da sağlam bir metodolojiye sahip olmadan bir problem çözemeyeceğini göstermektedir.
* * *Yukarıda gösterildiği gibi bugün Türkiye’de fıkıh bilimi, çok büyük ölçüde, ilâhiyat fakültelerinin bünyesinde bulunuyor. Bugün “fıkıh” deyince insanların aklına “ilâhiyat”, “fıkıhçı” deyince de “ilâhiyatçı” geliyor. Bu tamamıyla yanlıştır ve dahası yukarıda gösterdiğim gibi sadece Türkiye’de, o da 1960’lardan sonra ortaya çıkan, garip bir olgudur. Fıkhın ilâhiyat ile bir ilgisi yoktur. Fıkıh amellerle ilgili bir bilim, ilâhiyat ise itikatlarla ilgili bir bilimdir. Esasen ilâhiyat fakültelerinin kendisinin bizim geleneğimizde bir karşılığı yoktur. Fıkıh ile ilâhiyat arasındaki fark, hukuk ile felsefe veya edebiyat arasındaki fark gibidir. Oysa hukuk ile fıkıh kardeştirler. Fıkıh ilâhiyata yüzde 10 oranında benziyor ise hukuka yüzde 90 oranında benzer.
O nedenle, asıl garip olan, fıkıh ile ilgili konularda bir hukukçunun yazması değil, bir ilâhiyatçının yazmasıdır. Sigaranın haram olduğu konusunda fıkıhçı değil, ilâhiyatçı (daha doğrusu “dinler tarihi” uzmanı) olan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın konuşması, aynı konuda bir hukukçunun konuşmasına nazaran daha garip bir şeydir. Sigaranın haram olup olmadığı konusu, ilâhiyatın alanına değil, fıkhın alanına girer.
O hâlde bir ilâhiyatçının İslâm hukuku alanında yazmasına göre, bir hukukçunun İslâm hukuku alanında yazması daha normaldir.
Türkiye’de hukukçular ve fıkıhçılar birbirini anlamaktan uzaklar. Her iki kesim birbirine karşı hem önyargı, hem de bilgisizlik içindedir. Hukukçular ıstılahat-ı fıkhiyyeden habersizdirler. Fıkıhçılar ise Latince terimli hukuk jargonunu telaffuz etmekten dahi acizdirler.
Hukukçular arasında yıllarca yaşadım. Hukukçuların neredeyse tamamına yakını fıkhı bilmez. Hatta seküler olan kısmı fıkha belli bir aversion ile bakar. Dindar hukukçularımızın önemli bir kısmının da fıkhın temel kavramlarından habersiz olduklarını pek çok defa gözlemledim.
Türkiye’de fıkıhçıların da hukuku bildiklerini sanmam. Şahsen içlerinde yaşamamış olsam da yazdıkları kitaplardan okuduklarım oldu. Bazılarının kitaplarında hukuk terminolojisine hâkim olmamaktan kaynaklanan pek çok basit hata var. Zaten yukarıda açıkladığım gibi günümüzdeki fıkıhçıların neredeyse tamamı hukuk fakültesi mezunu değil.
Daha da önemlisi bugün Türkiye’de hukukçular ve fıkıhçılar aynı dili konuşmuyorlar. Birbirinin kullandıkları terminolojiden bir şey anlamıyorlar. Oysa, yukarıda da gösterdiğimiz gibi, hukuk ile fıkıh esasen birbirine çok benzer. Her ikisinin kavramları hemen hemen aynıdır.
Türkiye’de modern hukukçuların da fıkıhçıların da birbirine karşı olan önyargılarından kurtulmaları gerekiyor. Birbirine düşmanca bakmak yerine birbirinden yararlanmaları, bunun için de birbirinin dillerini, jargonunu öğrenmeleri gerekiyor.
Yukarıda “hukuk ve fıkıh birbirini tanımayan iki kardeştir” dedim. Ülkemizde 60 yıldır birbirinden habersiz yaşayan bu iki kardeşi birbiriyle tanıştırmak lazımdır.
Fıkhın modern hukukumuza yapabileceği pek çok katkı var. Bazı metodoloji sorunları, fıkıhta, modern hukukumuza ve keza Roma hukuku temelli hukuklara göre çok daha gelişmiş ve çok daha sofistike bir şekilde incelenmiş ve çözümlenmiştir. Örneğin fıkıhta kıyas teorisi, modern hukukumuzdaki kıyas teorisine nazaran çok daha gelişmiş ve ayrıntılı bir teoridir. Sıradan bir “usûl-i fıkıh” kitabında kıyasa onlarca sayfa ayrılır. Türk hukuk ders kitaplarında kıyasa ayrılan sayfa sayısı ise çoğunlukla iki-üçü geçmez. Kıyas konusuna en çok sayfa ayrılan “hukuka giriş” kitaplarından birisi, sekiz sayfayla benim Hukuka Giriş kitabımdır (32) ki, benim kitabımda da kıyas konusunun bir kısmı, Batı literatürüne atfen değil, fıkıh literatürüne atfen işlenmiştir. Gerek modern Türk hukukçularının, gerekse Fransız, Alman, İngiliz hukukçuların kıyas konusunda fıkıhtan öğrenecekleri çok şey var.
Aynı şekilde fıkıhçıların da gerek modern Türk hukukundan, gerekse modern Batı hukuklarından öğreneceği şeyler vardır. Örneğin Türkiye’de sıradan bir “hukuka giriş” kitabında en az beş altı yorum yöntemi açıklanır. Fıkıh kitaplarında, bunlardan bazılarının dengi vardır, ama hepsi yoktur. Keza başta norm teorisi, kanunîlik ilkesi, dar yorum ilkesi, temel hak ve hürriyetlerin korunması, iktidarın sınırlanması, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi pek çok konuda fıkıhçıların, modern hukuk ve hukukçulardan öğrenmesi gereken şeyler var. Bu konuya aşağıda ayrıca döneceğim.
Ben naçizane fıkıh usûlünden çok yararlandım. Fıkıh usûlünün kavram ve ilkelerini pek çok modern hukuk problemlerinin çözümüne uyguladım. Örnek olarak Hukuka Giriş isimli kitabımın 13 ilâ 16’ncı bölümlerine bakılabilir. Keza fıkıh usûlünün kavram ve ilkelerinden yararlanmam konusunda 2012 yılında Kamu Hukukçuları Platformunda sunduğum “Yorum İlkeleri” başlıklı tebliğime bakılabilir (33).
Benim fıkıhtan yararlandığım kadar, Türkiye’de herhangi bir fıkıhçının modern hukukumuzdan veya onun temeli olan Roma hukukundan yararlanıp yararlanmadığını bilmiyorum. Yine benim kitaplarımda kullandığım Osmanlı Türkçesi veya Arapça fıkıh terimleri kadar, bir fıkıhçının Latince hukuk terimlerini kullanıp kullanmadığını da bilmiyorum.
Her bilim, gelişmek ister. Ne var ki metodolojik yenilenme olmadan bilimde ilerleme ve gelişme olmaz.
Hukukta da fıkıhta da, metodolojik olarak ne kadar zenginlik var ise, problem çözme o kadar kolaylaşır ve çözümlerin isabeti o derece artar. O nedenle fıkhın da metodolojik yenilenme ve gelişmeye ihtiyacı vardır.
Burada altını çizerek belirtmek isterim ki, fıkhın kendisinde değişmenin sınırı (34) tartışmaya açık olsa da, fıkıh usûlünde değişme olur ve dahası fıkıh usûlünün değişime, yenilenmeye ve gelişmeye de ihtiyacı vardır.
Fıkıh usûlünde değişme fikrinden korkmamak gerekir. Zira “fıkıh” başka, “fıkıh usûlü” başkadır. Fıkıh usûlü, fıkhın kendisi değil, fıkıh üzerine olan bilimdir. Diğer bir ifadeyle “İslâm hukuku” başka, “İslâm hukuku metodolojisi” başkadır (35).
Fıkhın içeriği, nasslardan oluşur ki, bunlar Allah ve Peygamberi tarafından konulur ve dolayısıyla değişmezdirler (36). Fıkıh usûlü ise fıkhın içeriğini oluşturan nassların kendisi değil, bu nasları tasvir eden bir bilimdir ki bu bilim insan aklının ürünüdür ve dolayısıyla değişmeye ve gelişmeye müsaittir.
Fıkhın (nassların) koyucusu Allah ve Peygamberidir. Fıkıh usûlünün koyucusu ise insandır. Diğer bir ifadeyle fıkıh (nasslar) Şâri'in, yani Allah ve Peygamberinin eseridir. Fıkıh usûlü ise insan aklının eseridir; örneğin fıkıh usûlünün pek çok ilke ve yöntemin koyucusu İmam-ı Azam, İmam Malik, İmam Şafi'i, İbn Abidin ve İbn Nüceym gibi insanlardır.
Fıkıh, norm; fıkıh usûlü ise bu normlara nasıl ulaşılacağını gösteren yollardır.
Fıkıh usûlü geliştiğinde Kur’an ve hadis ile konulan normlar, daha kolay, daha açık ve kesin bir şekilde ortaya konulabilecektir. Fıkıh usûlü geliştiğinde, örneğin sigara haram mı, helâl mi gibi sorunları tartışmaya gerek kalmayacak veya bu sorunlar kolayca ve daha ikna edici bir şekilde çözümlenebilecektir.
Fıkhın Avrupa hukukuna ihtiyacı yoktur; ama fıkıh usûlünün Avrupa hukuk bilimine ve teorisine şüphesiz ki ihtiyacı vardır.
Bin küsur yıl önce ortaya çıkan fıkıh usûlü, kendi ortaya çıktığı dönemde ve bütün Ortaçağ boyunca Batı hukuk metodolojisinden ileriydi. Ancak günümüz için aynı şeyi söylemek mümkün müdür? Son 200 yıldır, Batı hukuk bilimi ve metodolojisinde çok önemli gelişmeler yaşandı.
Batı hukuk bilim ve metodolojisinde son 200 yıldır, Friedrich Carl von Savigny, Rudolf von Jhering, John Austin, Léon Duguit, Hans Kelsen, François Gény, Oliver Wendell Holmes, Gustav Radbruch, Chaïm Perelman, Alf Ross, Norberto Bobbio, H. L. Hart, Ronald Dworkin, Georges Kalinowski, Edward H. Levi, Eveline T. Feteris, Aulis Aarnio, Robert Alexy, Aleksander Peczenik, Michel Troper, Jerzy Wróblewski, Jaap Hage, Neil MacCormick gibi önemli isimler çıktı ve bunlar hukuk teorisine ve metodolojisine çok büyük katkılarda bulundular. Son 200 yıldır fıkıh usûlünde (yani İslâm hukuku metodolojisinde) bu ölçüde büyük isimlerin ortaya çıktığı söylenebilir mi?
Bugün Fransızca, Almanca veya İngilizce bir hukuk metodolojisi veya hukukun genel teorisi kitabına bakılırsa kendisine atıf yapılan yazarların ezici çoğunluğunun son iki yüzyılın yazarları olduğu görülür. Oysa bugün bir fıkıh usûlü kitabına bakıldığında atıf yapılan yazarların ezici çoğunluğunun hâlâ yüzlerce yıl önce yaşamış yazarlar olduğu görülecektir. Bugün yazılan fıkıh usûlü kitapları ile birkaç yüzyıl önce yazılmış fıkıh usûlü kitapları arasında ne fark olduğu sorusu sorulmaya değer bir sorudur. Hatta günümüzün fıkıhçıların seleflerine göre daha mı ileride, yoksa daha mı geride oldukları sorusu dahi sorulabilir.
Son 50 yıldır Avrupa ve Amerika’da hukuk metodolojisi sofistike ve matematiksel bir hâl aldı. Bugün birçok hukukî sorun ve hukukî muhakeme, sembolik mantıktaki formüllerle ifade edilir hâle geldi. Bazı hukuk metodolojisi makaleleri günümüzde bilgisayar yazılımına benziyor. Fıkıh usûlünde benzer gelişmeler var mıdır, ben bilmiyorum.
Fıkıhçıların Avrupa ve Amerika’daki hukukun genel teorisi ve hukuk metodolojisi çalışmalarından öğrenecekleri çok şey var. Örneğin fıkıh usûlündeki “norm” teorisi, Batıdaki “norm” teorisi kadar zengin değildir. Batıdaki norm teorisinin ne derece gelişmiş olduğu hakkında bir fikir edinmek için Türkçe olarak Zeki Hafızoğulları’nın Ceza Normu isimli kitabına (37); hukuk normlarının “geçerliliği (validité)” sorunu hakkında benim Hukukun Genel Teorisine Giriş: Hukuk Normlarının Geçerliliği ve Yorumu Sorunu başlıklı kitabıma bakılabilir (38). Modern hukuktaki norm ve geçerlilik teorisinin İslâm hukukuna uygulanması konusunda bir örnek çalışma için Talip Türcan’ın İslam Hukuk Biliminde Hukuk Normu: Kavramsal Analiz ve Geçerlilik Sorunu başlıklı çalışmasına bakmakta yarar vardır (39). Talip Türcan’ın hukuk fakültesi mezunu olduğunu hatırlatalım.
* * *Türkiye’de fıkıhçıların önemli bir kısmı, kendi disiplinlerini kendi içinde kalarak tanımlama gibi bir açmaz içindeler. Eğer disiplinleri bir bilim ise, bu bilimin inanca referansla tanımlanması mümkün değildir. Bu açıdan, kanımca, İslâm hukukçusunun Müslüman olması da şart değildir. Bir Hıristiyan veya inançsız bir kişi de İslâm hukuku uzmanı olabilir. Bu kabul edilmedikten sonra İslâm hukuku “bilim” sıfatına layık olamaz. Bilim adamı başka, bilim başka, bilimin incelediği şey daha başkadır. Fıkıh başka, fıkıh bilimi başka, fıkıh bilim adamı daha başkadır.
Fıkhın diğer hukuk sistemlerine göre bir özgünlüğü vardır. Fıkıh biliminin yani usûl-i fıkhın ise genel hukuk bilimine göre özgünlüğü çok daha düşüktür. İster Roma hukuk bilimi olsun, ister İslâm hukuk bilimi olsun birbirine benzer. Fıkıh bilim adamlarının ise hukuk bilim adamlarından hiçbir farkı yoktur. Hepsi akıllarıyla düşünen insanlardır. Hangisi daha iyi donanımlıysa, hangisi daha sağlam metotlar kullanıyorsa, hangisinin argümantasyon gücü diğerinden yüksekse, hangisi daha çok çalışıyorsa, o diğerine göre daha iyi bir bilim adamıdır.
Öncelikle hukukçulara fıkıh terimlerinden korkmamalarını tavsiye ederim. Bir hukuk kitabı veya makalesinde Kur'an-ı Kerim’den alıntı yapmak ayıp değildir. Biz modern Türk hukukçuların örnek aldığımız Avrupa ve Amerika’daki hukuk teorisyenlerinin kitaplarında Kitab-ı Mukaddesten bolca alıntı vardır. Arzu eden Hans Kelsen’in veya Chaïm Perelman’ın kitaplarına bakabilirler. Hans Kelsen, Kitab-ı Mukaddes’e atıf yaparken ne derece saygın bir hukukçu ise, Kur'an-ı Kerim’e atıf yapan bir Türk hukukçusu da o derece saygındır. Chaïm Perelman’ın Talmud’tan yaptığı alıntı ne kadar değerli ise bir Türk hukukçusunun Mecelle’den yaptığı alıntı da o kadar değerlidir.
Burada fıkıhçılara ve özellikle fıkıh alanında çalışmaya başlayan genç öğretim elemanlarına şu tavsiyelerde bulunmak isterim: Fıkıhçıların, sadece İslâm hukukunu değil, gerek modern Türk hukukunun, gerekse Batı hukukunun kavram, kurum ve metotlarını belli bir ölçüde öğrenmelerinde büyük yarar vardır. Keza fıkıhçıların Roma hukukunu öğrenmelerinde sayısız fayda vardır. Roma hukuku tarihte görülmüş en gelişmiş ve en işlenmiş hukuk sistemidir. Modern hukukları doğrudan etkilemiştir. Dahası bizim üzerinde yaşadığımız topraklarda da uygulanmıştır. İslâm hukuku da, genel olarak Roma hukukunun uygulandığı coğrafyada ortaya çıkmıştır. Roma hukukunu öğrenmek bir hukukçunun anlayış gücünü geliştirir ve kültürünü artırır.
Avrupa ve Amerika’daki hukukçular, gerek modern hukukun, gerekse Roma hukukunun kavram ve kurumlarının Latince isimlerini ezbere bilirler ve keza özdeyiş haline gelmiş hukuk prensiplerini Latince olarak ezbere söylerler. Bunları kitap ve makalelerinde de yeri geldikçe, ayrıca kendi dillerinde karşılıklarını vermeksizin, doğrudan kullanırlar. Aynı şekilde, Türkiye’de gerek hukukçuların, gerekse İslâm hukukçularının hukukî kavram ve ilkelerin Latincelerini bilmeleri ve bunları yeri geldikçe kullanmaları gerekir. Bu nedenle Türk hukukçu ve fıkıhçıların belli bir ölçüde Latince öğrenmelerinde yarar vardır.
Türkiye’de az çok Latince bildiğini söyleyen hukukçu sayısı çok azdır. Onların da Latince seviyeleri belli değildir. Türkiye’de M. Tayyip Okiç’ten bu yana -ki o da Türkiye’de yetişmemiştir-, ilâhiyat fakültelerinde Latince bilen bir öğretim üyesi var mıdır, onu bilemiyorum.
* * *Fıkıh ana bilim dallarında görev yapan öğretim elemanlarının sadece ilâhiyat fakültesinden mezun olmakla yetinmemeleri gerekir. Hukuk fakültesine gitmelerinde ve buradan da mezun olmalarında yarar vardır. Fıkıh ana bilim dallarında çalışan genç öğretim elemanlarının hukuk yüksek lisansı ve hukuk doktorası da yapmalarında sayısız fayda vardır.
İdeali bu alanda çalışanların hem hukuk doktoru, hem de fıkıh doktoru, yani “iki hukukun doktoru” olmalarıdır. Muhtemelen bazıları bu önerimizi yadırgayacaklardır. Yadırganacak bir şey yok. Batıda yüzlerce yıldır “doctor iuris utriusque (iki hukukun doktoru)” eğitimi ve unvanı vardır ve unvan “kilise hukuku (canonical law)” ve “medeni hukuk (civil law)”ta doktora eğitimi aldıktan sonra verilir. Bu doktora programı günümüzde Almanya’da Würzburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi (40) gibi bazı hukuk fakülkelerinde ve Vatikan’da “Papalık Lateran Üniversitesi Utriusque Iuris Enstitüsü (Pontificia Università Lateranense, Institutum Utriusque Iuris)”nde (41) vardır. Doctor iuris utriusque unvanını alanların hem kilise hukukunu, hem de ülkenin yürürlükteki medenî hukukunu bildikleri varsayılır.
* * *Fıkıh evrenseldir. Türkiye’de tartışılan fıkıh sorunları dünyanın her yerinde ortaya çıkabilecek sorunlardır. Dolayısıyla fıkıh usûlü de evrensel olmak zorundadır. Fıkıh usûlü, yeryüzündeki bütün hukuk kültürlerini anlamaya ve onlardan yararlanmaya açık olmalıdır. Bunun yolu ise kozmopolit bir kültüre sahip olmaktan geçer. Böyle bir kültüre sahip olmak için ise yabancı dil bilmek gerekir. Maalesef Türkiye’de İslâm hukukçularının çok önemli bir kısmı Arapçadan başka bir yabancı dil bilmiyorlar. Merak edenler çeşitli ilâhiyat fakültelerinin web sayfalarına girip öğretim üyelerinin özgeçmişlerinde yabancı dil bilgisine bakabilirler. İlâhiyat fakültelerinde özellikle İslâm enstitüsü kökenli yaşlı öğretim üyelerinin Arapça dışında yabancı dil bilgilerinin çok zayıf olduğu görülmektedir. Günümüzde Batı dillerini bilmeden bilim yapmak ne derece mümkündür? Üstelik fıkıh gibi kozmopolit bir kültürü gerektiren bir alanda yabancı dil bilgisi olmayan kişiler, nasıl olup da kayda değer eserler vereceklerdir?
* * *Fıkıh usûlü, yani İslâm hukuku metodolojisi, Batı hukuk metodolojilerine katkıda bulunabilecek seviyede zengin bir metodolojidir. Batı hukuk metodolojisinin İslâm hukuk metodolojisinden öğreneceği pek çok şey var. Batıda fıkıh usûlü biliniyorsa da, bu bilgi konu hakkında sınırlı kişiler arasındadır. Batıdaki genel hukuk camiası, İslâm hukuk metodolojisini bilmez. Batıda hukuk teorisi ve metodolojisi alanında çalışan bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman yazar, İslâm hukuk metodolojisinden yararlanmaz. Örneğin ben Fransa’da hukukun genel teorisi veya metodolojisi kitaplarında “kıyas (analogie)” konusu işlenirken İslâm hukuk metodolojisindeki kıyas teorisine atıf yapıldığını görmedim. İslâm hukuk metodolojisinin batıdaki hukuk teorisyenlerine ve metotçularına tanıtılması gerekir. Bunun için de hâliyle, onların dilinde yazmak ve onların itibar ettiği hukuk (ilâhiyat değil!) dergilerinde makaleler yayınlamak gerekir. Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinin fıkıh ana bilim dallarında görev yapan öğretim üyelerinin acaba kaçı bunu yapabilecek donanıma sahiptir? Bu nedenle söz konusu ana bilim dallarında çalışan genç öğretim elemanlarına, Avrupa’nın ve Amerika’nın en saygın hukuk dergilerinde yayın yapabilecek düzeyde yabancı dil öğrenmelerini ve bu yönde akademik olarak kendilerini geliştirmelerini tavsiye ederim.
“Sen de uğraşma, yorulursun oğlum!”
Türk fıkhının en geri alanı “fıkıh usûlü (usûl-i fıkıh)”, Türk modern hukukunun en geri alanı da “hukuk metodolojisi”dir.
Ahmet Cevdet Paşa, gençliğinde, Hoca Yahya Efendi’ye gidip, usûl-i fıkıhtan şüphe ettiği bazı meseleler hakkında sorduğunda, Hoca Yahya Efendi, genç Ahmet Cevdet’e, bir hikaye naklettikten sonra,
demiştir (42).
Görünen o dur ki, Hoca Yahya Efendi’nin Ahmet Cevdet Paşa’ya bu sözleri söylediği günden bu yana Türkiye’de fıkıh usûlü, yani hukuk metodolojisi alanında bir değişiklik olmamıştır.
* * *Hukuk metodolojisi, hukukun; fıkıh usûlü de fıkhın en riskli alanıdır. Bu alanda başarısızlığa uğrama ihtimali yüksektir. Bu alanlarda çalışmak akademik bakımdan cesaret ister. Bu alanlarda çalışanlar önce kendi meslektaşları tarafından damgalanır ve aforoz edilir.
Bu ülkede aklı başında ilâhiyatçılar, fıkıh usûlünde çalışmak yerine hadis, tefsir, kelâm gibi daha kolay alanlarda çalışırlar. Bu ülkede aklı başında hukukçular, hukukun genel teorisi ve metodolojisi alanında çalışmak yerine, pozitif hukukun çeşitli dallarında çalışmayı tercih ederler.
Hadis, tefsir, kelâm gibi alanlarda çalışan ilâhiyatçılar ve keza pozitif hukukun çeşitli dallarında uzmanlaşan hukukçular şan ve şöhrete gark olurken, fıkıh usûlü veya hukukun genel teorisi ve metodolojisi alanında çalışanlar kendilerini ateşe atarlar.
* * *Fıkıh usûlü ve keza hukuk metodolojisi alanında çalışmak için zekâ ve cesaret yanında özgür ruh da gerekir. Özgür bir ruha sahip olmayanların hukuk metodolojisine veya fıkıh usûlüne özgün bir katkıda bulanabileceklerini sanmam.
Hukukçunun da, fıkıhçının da iktidar karşısında bağımsız olması gerekir. İktidar karşısında bağımsızlığını koruyamayan hukukçunun da, fıkıhçının da görüşüne itibar edilmez. İktidara tapan veya iktidardan korkan adamların ülkesinde hukuk da, fıkıh da gelişmez.
* * *Bu makalenin pek çok ilâhiyatçıyı rahatsız edeceği gibi, pek çok hukukçuyu da rahatsız edeceğinden hiç şüphem yok. Bu makaleyi anlamakta zorlanacak veya anlamak istemeyecek hukukçulara şu hususu hatırlatmak isterim: Hukuk başka, hukuk bilimi başkadır. Bunlardan birincisi, ikincisinin inceleme konusudur (43). Hukuk bilimi, hukuk normlarını tasvir eder. Dolayısıyla hukuk bilim adamı, hukuk normlarının koyucusu değil, tasvir edicisidir. Hukuk normu, hukuk bilim adamının dışındadır. Aynı şey hukuk uygulayıcısı için de söylenebilir. Hukuk uygulayıcısı, uyguladığı normun koyucusu değildir.
Bu nedenle, hukuk normunun kimin tarafından konulduğu sorunu, hukuk bilim adamını ve hukuk uygulayıcısını ilgilendiren bir sorun değildir. Şüphesiz hukuk bilim adamının ve hukuk uygulayıcısının, normların kimin tarafından konulması lazım geldiği ve konulan normların içeriklerinin nasıl olması gerektiği yolunda düşünceleri olabilir ve bu düşüncelerini bir “vatandaş” sıfatıyla dile de getirebilirler. Ancak bu düşüncelerin hukuk bilimiyle veya hukuk uygulamasıyla bir ilgisi yoktur. Bir hukuk sisteminde normların X, bir başka hukuk sisteminde ise Y tarafından konulmuş olması, bu sistemlerden birinin hukuk, diğerinin ise hukuk olmadığını göstermez. Hukuk bilim adamı bu sistemlerden her ikisini de inceleyebilir; keza hukuk uygulayıcısı da bu sistemlerden her ikisinin de uygulamasında görev alabilir.
* * *Son olarak belirtmek isterim ki 20 Şubat 2019 tarihli “Sigara Haram mı?” başlıklı makalemi özellikle hukuk öğrencileri için yazdım. Sigara neticede bir örnekten ibaret. Söz konusu makaleyi, öğrencilere, hukukun bir ideoloji olmadığını, hukukun bir bilim olduğunu göstermek amacıyla kaleme aldım. Hukuk bilimi, içerik değil, şekil ve metottur. Hukukun genel teorisini ve metodolojisini güzel bir şekilde öğrenirseniz, önünüzdeki hukuk, içerik olarak farklı bir hukuk olsa bile, o hukuk alanında çalışabilirsiniz. Hukukun genel teorisini ve metodolojisini iyi öğrenirseniz, bilgilerinizle Türk hukukunu anlayabileceğiniz gibi, Fransız hukukunu, Alman hukukunu, Rus hukukunu ve dahi İslâm hukukunu da anlayabilirsiniz.
* * *Nihayet eklemek isterim ki, okuduğunuz bu makaleyi, yaşlı fıkıhçılar için değil, özellikle genç fıkıhçılar için yazdım.
Şu an Türkiye’de fıkıh tartışmalarında gündemi belirleyen isimler, çoğunluğu itibarıyla, hukuk bilgisinden ve kültüründen mahrum ve yine çoğunluğu itibarıyla Arapçadan başka bir yabancı dil bilmeyen yaşlı kişilerdir. Yine bu isimler, çoğunluğu itibarıyla, hukuk veya ilâhiyat fakültesi değil, yüksek İslâm enstitüsü mezunudurlar. Bilindiği gibi İslâm enstitüleri bilim adamı yetiştirmek için değil, ortaokullara din dersi öğretmeni yetiştirmek için kurulmuş Millî Eğitim Bakanlığına bağlı birer yüksek okuldu. Birer üniversite değillerdi ve keza bunlarda doktora eğitimi de yoktu. Buralarda ders vermek için doktora yapmış olmak şartı da bulunmuyordu. 1978’den sonra alınan asistanların 3 yıl süreyle bir “tez” hazırlamaları öngörüldü (44). 12 Eylül döneminde çıkarılan 22 Haziran 1982 tarih ve 41 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle yüksek İslâm enstitüleri ilâhiyat fakültesine dönüştürülerek üniversitelere bağlandı. Ne var ki burada görev yapan öğretim elemanlarının “tezleri” veya diğer kitapları birer “doktora tezi” değildi ve bu öğretim elemanları da -bir üniversitede doktora yapmış olan pek azı dışında- “doktor” unvanına sahip değillerdi. Üniversitelerarası Kurulun 28 Nisan 1983 tarih ve 44 sayılı kararı uyarınca İslâm enstitülerindeki öğretim elemanlarına daha önce “hazırlamış bulundukları bir çalışma ile doktor unvan ve yetkisini almak üzere üniversite rektörlüklerine başvurma” hakkı tanındı. Bu karara dayanarak, doktora unvanına sahip olmayan öğretim elemanları, üniversite rektörlüklerine başvurdular. Bu amaçla üniversitelerce jüriler oluşturuldu ve bu jürilerce başarılı bulunanlara “doktor unvan ve yetkisi” verildi (45).
Bu yaşlı kuşak fıkıhçılardan artık kurtulmanın zamanı gelmiştir. Onları ikna etmek mümkün değildir; kaldı ki onları ikna etmeye ihtiyaç da yoktur. Zira Max Planck’in dediği gibi, “yeni bir bilimsel gerçeklik, rakiplerini ikna ederek veya onlara aydınlığı göstererek zafer kazanmaz. O zafer kazanır; çünkü, rakipleri ömürlerini tamamlayarak yok olurlar ve yeni bir kuşak, yeni bir düşünce eskisinin yerini almakta tereddüt etmez”.
İlk Yayın Tarihi: 19 Mart 2019