19 Mart 2019 tarihinde yayınladığım “Hukuk-Fıkıh İlişkisi: İslâm Hukukçusu Kimdir?” başlıklı makalemde ileri sürdüğüm görüşlere cevap olarak Sayın Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesinin 22 Mart 2019, 24 Mart 2019 ve 28 Mart 2019 tarihli nüshalarında üç adet eleştirisi yazısı yayınladı.
Makalemle ülkemizin entelektüel havuzuna bir taş atmış olmaktan ve bu taşın küçük de olsa bir dalgaya yol açmış olduğunu görmüş olmaktan dolayı mutluyum.
Gerçi benim makalem akademik tarzda yazılmış bir makaledir ve bu tür bir makaleye yapılan eleştirilerin de yine aynı tür bir makaleyle olması arzu edilir. Umarım önümüzdeki günlerde makaleme karşı akademik tarzda bir eleştiri makalesi de yayınlanır.
Eskilerin dediği gibi “barika-i hakikat, müsademe-i efkardan çıkar”. Dolayısıyla fikirlerin çarpışmasından korkmamak gerekir. Bir makalenin eleştirilmesi ve keza eleştiriye cevap verilmesi, tartışılan konunun daha iyi anlaşılmasına ve o konuda hakikatin ortaya çıkmasına hizmet eder.
Bu nedenle makalelerimi ciddiye alıp bana cevap verme nezaketi gösteren ve böylece görüşlerimin daha geniş kitlelere ulaşmasına vesile olan Sayın Hayrettin Karaman’a müteşekkirim.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın üç makalesine sırasıyla cevap vereceğim. İlk makaleyle başlayalım.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak gazetesinin 22 Mart 2019 tarihli nüshasında yayınladığı “Sigaradan Fıkha Oradan da İslâm Hukukuna” başlıklı köşe yazısında, makaleme eleştiri olarak yönelttiği argümanların tamamına yakını mantıkta “safsata (kıyas-ı batıl, logical fallacy)” denen türden argümanlardır. Burada hemen belirteyim ki, bu makalede kullanılan “safsata” kelimesi, teknik bir terim olarak kullanılmaktadır. Diğer bir ifadeyle bu terim, bu makalede pejoratif anlamda değil, mantıktaki anlamında, yani “logical fallacy” anlamında kullanılmaktadır. Bilindiği gibi mantıkta “safsata”, bir argümanı geçersiz kılan akıl yürütme hatası olarak tanımlanır.
Sayın Hayrettin Karaman’ın makalesinin başlığındaki pleonastic ifadeyi görmezden geleceğim ve makalenin içeriğine beş adet eleştiri yönelteceğim.
Benim makalemde şöyle bir cümle vardır:
Bu cümlede geçen “muamelat (borçlar hukuku)” teriminden hareketle Sayın Hayrettin Karaman, benim muamelatın ne olduğunu bilmediğimi iddia ediyor ve
diyor ve böyle bir “yanlış” yapmamı da “Batı menşeli hukukçu olduğu için yanlış yapmış olmalıdır” diyerek kendince açıklıyor. Sayın Karaman’ın “Batı menşeli” diyerek neyi kastettiğini bilmiyorum. Sadece şunu söylemek isterim: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum ve bu Fakültenin ikinci sınıfında okutulan hukuk tarihi dersinde Prof. Dr. Coşkun Üçok’tan (1) “muamelat”ın borçlar hukukundan ibaret olmadığını bilecek kadar İslâm hukuku öğrendim. Buna inanmıyorsa, Sayın Profesöre benim ilk baskısı 1998’de ve 15’inci baskısı 2018’de yapılan Hukuka Giriş isimli kitabımın altıncı bölümünün “III. İslâm Hukuku” başlıklı kısmına bakmasını tavsiye ederim. Buraya bakarsa daha ilk paragrafta benim “muamelat”ı açıklarken sadece “borçlar hukuku” terimini kullanmadığımı görecektir.
Şüphesiz ki İslâm hukukunda “muamelat”, şimdiki borçlar hukukundan ibaret değildi ve içine eşya hukuku gibi özel hukukun diğer bazı dalları da girerdi. Benim makalemde “muamelat” kelimesinin yanına parantez içinde yazılan “borçlar hukuku” terimi hasredilerek yazılmış bir terim değildir. Bu terimin parantez içinde yazılmasının sebebi, “muamelat” kelimesini bilmeyecek okuyucular için bir fikir vermekten ibarettir.
Bir an duralım ve şu soruyu soralım: Varsayalım ki, bu noktada Sayın Hayrettin Karaman haklıdır ve ben “muamelat”ın borçlar hukukundan ibaret olmadığını bilmiyorum. Bundan tartışma konusu problem bakımından ne sonuç çıkar? “Muamelatın borçlar hukukundan ibaret olup olmaması” sorunu, söz konusu makalenin tartışma konusu açısından belirleyici bir sorun mudur?
Tartışma konusuyla ilgisiz bir argümanın ileri sürülmesine mantıkta “konuyu saptırma safsatası (dikkati başka tarafa yöneltme, fallacy of red herring)” ismi verilir (2). Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın birinci makalesinin yarısı, muamelatın borçlar hukukundan ibaret olmadığı ve İslâm hukukunun dallarının neler olduğu hususuna ayrılmıştır. Bu konuların benim makalemin tartışma konusuyla bir ilgisi yoktur. Bu şekilde ilgisiz bir konuyu ön plâna çıkararak, Sayın Profesör tartışmayı asıl mecrasından saptırmaktadır.
Belirtelim ki, red herring safsatası, asıl soruya cevap veremeyenlerin, konuyu dağıtmak için sıklıkla başvurdukları bir tekniktir.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman benim “itikadat fıkhın alanı dışında kalır” şeklindeki cümlemi çürütmek için şöyle yazıyor:
İyi güzel de, benim makalemde bunun aksi yönde bir tez yoktur ki! Benim makalemde “ibadetler”in değil, “itikatlar”ın fıkhın alanı dışında kaldığı yazılıdır. Sayın Hayrettin Karaman’ın köşe yazısını okuyunca şaşırdım. Acaba ben makalemde yanlışlıkla “ibadet” kelimesini mi kullandım diye tereddüt ettim ve emin olmak için makalemde “ibadet” kelimesini “Ctrl+F” ile tarattım ve gördüm ki, benim makalemde “ibadet” kelimesi geçmemektedir.
Benim makalemde “ibadetler” fıkhın konusuna girmez diye bir cümle veya bu anlama gelebilecek bir düşünce yoktur. Tersine benim makalemde açıkça insanların amellerinin, yani davranışlarının fıkhın konusuna girdiği yazılıdır. Her insan fiili, dış dünyaya yansıdığı ölçüde, isterse ibadet şeklinde olsun, fıkhın da, modern hukukun da konusuna girebilir. Nitekim bizim Anayasamızın 24’üncü maddesinin ikinci fıkrasında ibadetlere ilişkin hüküm vardır. Keza kurban kesimi ve hac ibadetinin düzenlenmesine ilişkin yürürlükteki hukuk düzenimizde pek çok kural vardır. İbadetlerin içerik olarak nasıl düzenleneceği konusu ise hukuk sisteminden hukuk sitemine değişir.
Benim makalemde ibadetlerin fıkhın dışında kaldığı yolunda bir cümle olmamasına ve hatta benim makalemde “ibadet” kelimesi dahi geçmemesine rağmen Sayın Hayrettin Karaman neden böyle bir argüman ileri sürüyor? Bunun iki nedeni olabilir: Ya makalemi güzel bir şekilde okumamıştır, benim “itikadat fıkhın konusuna girmez” şeklindeki cümlemi, “ibadat fıkhın konusuna girmez” diye anlamıştır; ya da bu argümanı kasten ileri sürmüştür. Bu iki şık arasında ortalama bir yol yoktur. Ya o, ya bu.
Bu şıklardan birincisi doğruysa, Sayın Profesör, bir bilim adamının göstermesi gereken minimum dikkati göstermemiştir. Bir bilim adamının eleştirdiği bir makaleyi önce ciddi bir şekilde okuması gerekir.
Bu şıklardan ikincisi doğruysa, yani bunu kasten yapmış ise, bu Sayın Profesörün, ispat edemediği bir durumda konuyu saptırmak için, bilinçli bir şekilde, “alakasız kanıtlar ileri sürme safsatası”na başvurduğunu gösterir. Alakasız kanıtlarla bir şey ispatlanmış olmaz ve dahası bu tür kanıtlar sahibinin iyi niyetini şüpheli hâle getirir.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın makalesinin sonunda şöyle bir paragraf var:
Benim sigaranın haramlığı konusunda yazdığım iki makalede ve keza “Hukuk-Fıkıh İlişkisi” başlıklı makalemde “din” ile ilgili herhangi bir düşünce ileri sürülmemiştir. Her üç makalemde de bu anlamda “din” kelimesi dahi geçmemektedir (4). Din ile ilgili bir düşüncenin ileri sürülmediği bir makaleye cevap olarak yazılmış bir makalede, neden din ile ilgili bir argüman ileri sürülüyor? Benim makalemde değinilmeyen bir konuda karşı argüman ileri sürülmesi, yine “alakasız kanıtlar safsatası”nın bir örneğidir.
Bu alakasız argümana aslında hiç cevap vermemek gerekir. Ama ben yine de cevap vereceğim.
Bir kere, Sayın Hayrettin Karaman’ın düşündüğünün tam tersine, “ameli itikattan” özenle ayırmak gerekir. Amel başka, itikat başkadır. Bunların değerlendirme ölçütleri ve sonuçları bambaşkadır. Zaten ehl-i sünnet anlayışında “amel” ve “itikat (iman)” farklı şeylerdir. Bir kişinin amel bakımından kusurlu olması, o kişinin itikat (iman) bakımından da kusurlu olduğu anlamına gelmez. İtikadî meseleler, Allah ile kul arasında olan meselelerdir. Hukuk tekniği açısından burada sadece şunu söyleyeyim: Ameller dış dünyaya yansır ve hukukun konusu olabilir. Yasaklanabilir veya emredilebilirler. Ancak itikatlar, mahiyetleri itibarıyla dış dünyaya yansımaz; dolayısıyla hukukun konusu olamazlar.
İkinci olarak, “fıkıh bilimi” ile “din” birbirinden ayrı şeylerdir ve bunları birbirinden özenle ayırmak gerekir. Fıkhın dinî kaynaklı olması, fıkıh biliminin de dinî kaynaklı olduğu anlamına gelmez. Çünkü fıkıh başka, fıkıh bilimi başkadır. Bunlardan birincisi ikincisinin inceleme konusudur. Fıkıh, yani nasslar, dinî kaynaklıdır; Allah ve Peygamberi tarafından konulmuştur. Ancak fıkıh bilimi, dinî değil, aklî kaynaklıdır; insan aklının eseridir.
Bilim ile bilimin konusu, hukuk bilimi ile hukuk, fıkıh bilimi ile fıkıh arasında fark olduğu anlaşılırsa, Sayın Hayrettin Karaman’ın yukarıdaki paragrafının ilk cümlesi çökmektedir.
Beni burada asıl şaşırtan, Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın yukarıdaki paragraftaki ilk cümlesi değil, ikinci cümlesidir. Şimdi bunu görelim:
Yukarıda 4 nolu başlık altında alıntıladığımız paragrafın son cümlesi şöyledir:
Sayın Hayrettin Karaman’ın bu cümleyi neden kurduğunu anlayamıyorum. Bilimsel bir tartışmada kişilerin itikatlarına, yani dinî inançlarına göndermede bulunmanın ne gibi bir yararı vardır? Burada ileri sürülen “itikatta problem” argümanının ifa edeceği fonksiyon nedir? “İtikatta problemi olan” bilim adamlarının bu tartışmada yeri yok mudur? İtikatta problemi olan bilim adamlarının görüşleri, sırf bu nedenden dolayı yanlış mı olacaktır? Bir bilim adamının itikatta probleminin olduğunun ispatlanması, onun görüşünün yanlış olduğunun ispatlanması anlamına mı gelir? Şüphesiz ki hayır. Hakikat kimin tarafından söylenirse söylensin hakikattir.
Bilimde ileri sürülen görüşün çürütülmesi gerekir. Bu çürütme de, görüş sahibinin şahsına göndermede bulunmadan yapılmalıdır. Bir görüşü çürütmek için, görüşü ileri süren kişinin ırkına, cinsiyetine, diline, milliyetine, ideolojisine ve itikadına ilişkin düşünceler ileri sürülmesine mantıkta “argumentum ad hominem safsatası” denir. Ad hominem (kişiye dönük) argümanlarla bir şey ispatlanmaz. Çünkü ispatın konusu kişi değil, fikirdir.
Diğer yandan belirtmek isterim ki, “bunu diyenlerin itikadda problemleri olur” tarzında cümleler, tartışmacıları korkutmaktan başka bir işe yaramaz. “İtikadda”, yani Allah’ın birliğine, Peygamberine ve ahiret gününe inanmakta “problemleri” olmaktan veya bununla suçlanmaktan herkes korkar.
Korkunun olduğu yerde insanlar özgürce tartışamazlar. Tartışmanın özgürce yapılmadığı bir yerde “barika-i hakikat” ortaya çıkmaz. Bir tartışmada doğru sonuca ulaşmak için tarafların korkudan uzak olmaları gerekir. Korkunun devreye sokulduğu yerde akıl işlemez. Bu nedenle bu tür argümanlara mantıkta “korkuya başvurma safsatası (fallacy of appeal to fear)” denir.
İlave etmek isterim ki, “bunu diyenlerin itikadda problemleri olur” denmesi İslâm dini açısından da yanlıştır. Zira itikat (iman) meselesi, kişi ile Allah arasında olan bir meseledir. O kişi dışında başka kimseyi ilgilendirmez.
Nihayet belirtmek isterim ki, “fıkıhta helâl denilen bir şeye haram, haram denilen bir şeye de helâl demek caiz olmadığı gibi bunu diyenlerin itikadda problemleri olur” şeklindeki argüman, mükemmel olarak ve evleviyetle Sayın Hayrettin Karaman için de ileri sürülebilir. Şöyle: Bilindiği gibi Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş sigarayı haram ilân ettiler. Doğrusunu Allah bilir. Ama bir ihtimal Allah indinde sigara haram değil ise, “sigara haramdır” diyen Sayın Hayrettin Karaman ve Diyanet İşleri Bakanı Ali Erbaş’ın da “itikadda problemleri olur”.
Dahası ilave edeyim: “Sigara Haram mı?” başlıklı makalemde açıkladığım gibi “sigara haramdır” diyen bir kişinin yanılma ihtimali, “sigara helâldir” diyen kişinin yanılma ihtimalinden çok daha fazladır. Çünkü helâller asıl, haramlar istisnadır. Helâl sayısı haram sayısından katbekat fazladır. O hâlde bir şeye haramdır diyen kişinin yanılma ihtimali, yani “itikadda problemi olma” ihtimali, o şeye helâldir diyen kişiye göre çok daha fazladır.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, benim makalemde savunduğum “itikadî meselelerin, yani inanç ile ilgili meselelerin fıkıh ilminin dışında” kaldığı yolundaki görüşlerimi eleştiriyor. Ama kendisinin bu konuda tam olarak neyi savunduğu makalesinden açıkça anlaşılamıyor. Sayın Karaman şöyle yazıyor:
Hayrettin Karaman bu cümlesi muğlaktır. Sayın Karaman, bir yandan “ilk dönem” için fıkhın, itikad konularını içine aldığını belirtiyor. Diğer yandan ise “din ve itikad ile ilişkisi bakımından her iki alan arasında sıkı bir rabıta var” diye yazıyor. Sayın Profesörün bu can alıcı konuda daha açık olması arzu edilirdi. “Muğlaklık safsatası (fallacy of ambiguity)”ndan kurtulmak için, şu soruya, evirip çevirmeden, açıkça cevap vermek gerekir: İtikatlar fıkhın konusuna giriyor mu, girmiyor mu?
Sayın Hayrettin Karaman da günümüzde itikatların fıkhın konusuna girmediğini kabul ediyor ise, kendisine şu soruyu sormak isterim: Madem siz de benim gibi itikatların fıkhın konusuna girmediğini kabul ediyorsunuz; o zaman yukarıdaki cümleyi niye yazma gereği hissetiniz?
Vakıa şu ki, Sayın Hayrettin Karaman, günümüzde itikatların fıkhın konusuna girmediğini kabul ediliyorsa, bu makale açısından Sayın Profesörün yukarıdaki cümlesi gerekli bir cümle değildir. Ancak bu cümlenin ifa ettiği bir fonksiyon vardır; o da meseleyi muğlaklaştırmak ve laf kalabalığına getirmek.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın yukarıdaki cümlesindeki “sıkı rabıta” argümanına ilişkin de şunu söylemek isterim: Mantıkta bir nokta, belli bir kategoriye ya girer, ya da girmez. İtikatlar, ya fıkhın içindedir; ya da dışındadır. “Üçüncü durumun imkansızlığı (tertium non datur)” ilkesi uyarınca itikatların gireceği üçüncü bir hâl yoktur. Keza aynı sebepten dolayı itikatların, fıkıh kategorisine kısmen girmesi veya girmemesi de söz konusu olamaz.
Yine iki kategorinin söz konusu olduğu bir yerde, bu iki kategori arasında “sıkı bir rabıta”nın bulunduğu önermesinin mantık açısından bir değeri yoktur. Böyle bir önerme, mantıkta “argumentum ad temperantiam” denen safsatayla malûldür. Mantıkta bir şey, ya doğrudur; ya yanlıştır. Bir şey hem doğru hem yanlış olamayacağı gibi, kısmen doğru ve kısmen yanlış da olamaz. Enformatikte nasıl 0 ile 1 dışında başka bir doğruluk değeri yoksa mantıkta da “doğru” ve “yanlış” dışında bir doğruluk değeri yoktur.
Ben itikatların fıkhın içinde yer alıp almadığı sorusunu ilk makalemde sordum ve buna cevap verdim. Anlaşılan o ki bu konuya tekrar girmek gerekiyor.
a) Öncelikle belirtmek isterim ki, bu tartışmada “fıkıh” kelimesi, sözlük anlamıyla (ki bu anlamda fıkıh, “bilmek”, “anlamak” demektir) ele alınamaz. Eğer bu anlamıyla ele alınırsa fıkhın içine sadece itikatlar değil, her şey girer. Bilimde “fıkıh” kelimesi, sözlük anlamıyla değil, ıstılahtaki anlamıyla, yani teknik bir terim olarak ele alınır. Bu anlamda ise “fıkıh” ile “İslâm hukuku” aynı şeydir ve bu nedenle de itikatlar fıkhın, yani İslâm hukukunun konusuna girmezler. Zira hukuk normuyla inançlar değil, ancak davranışlar düzenlenebilir.
b) İkinci olarak, itikatların fıkhın konusu dışında kaldığı hususu, fıkıh literatüründe tartışmalı bir husus değildir. Literatürde itikatların fıkhın dışında kaldığı hususunda görüş birliği vardır. Örnekler:
Fıkhın amel olarak tanımlanması sadece modern fıkıhçılarda değil, eski fıkıh alimlerinde de vardır. Talip Türcan, İslam Hukuk Biliminde Hukuk Normu Kavramı isimli kitabında, Gazali (ölümü 1111), Kelvezani (ö. 1116), Razi (ö. 1206), Nesefi (ö. 1310), Sadrüşşeria (ö. 1346), İbnu’l Human (ö. 1457) gibi fıkıh alimlerinin fıkıh tanımlarını alt alta vermektedir (13). Bu tanımların hepsinde fıkhın konusunun “amel” veya “fiil” olduğu açıkça belirtilmiştir. Bu konuyu etraflıca inceleyen Talip Türcan şu sonuca ulaşmıştır:
c) Üçüncü olarak, itikatların, fıkhın konusuna girdiği iddiası, eşyanın tabiatıyla da çelişki halindedir. Çünkü itikatlar, yani inançlar, insanın iç dünyasında yer alır; beş duyuyla hissedilmezler; hissedilirlerse “itikat” değil, “amel” olurlar ki zaten benim makalemde de amellerin fıkhın konusuna girdiği savunulmuştur. İnsanın içinde kalan bir şey nasıl olacak da bir hukuk düzeni tarafından düzenlenecektir? İnsanların içinde kalmış şeyler nasıl olacak da yasaklanacak veya emredilecektir? “Düşünce polisliği” veya “iman zabıtası” mı ihdas edilecektir? Böyle bir düşünce bizzat İslâm hukukunun temelleriyle bağdaşmaz. İslâm’da, en azından ehl-i sünnet anlayışında, itikat, Allah ile kul arasında bir şeydir.
d) Dördüncü olarak, itikatların fıkhın konusuna girdiği iddiası, aslında bizzat hukuk normu kavramıyla çelişki halindedir. Hukuk normunun konusu, daima bir insan davranışıdır (15). Yani bir ameldir; yani bir insan fiilidir; her hâlükârda dış dünyaya yansıyan bir şeydir. İtikatların İslâm hukukunun konusuna girdiğini iddia etmek, norm kavramını bilmemek demektir.
Bu makalede itikatlar, hukukun konusuna girer mi, girmez mi diye bir tartışma yapmış olmaktan dolayı üzgünüm. Zira hukuk normunun konusu, hukuk biliminin en basit sorunudur. Bu tartışma hukuk biliminin “taş devri”nde kalması gereken bir tartışmadır. Türkiye’nin artık bu gibi primitif tartışmalarla zaman kaybetmemesi gerekir.
Sayın Hayrettin Karaman’ın birinci makalesine ilişkin gözlem, cevap ve eleştirilerimizi yukarıda beş başlık altında verdik. Yukarıda ayrıntılarıyla gösterildiği gibi, Sayın Karaman’ın makalesinde kullandığı argümanların tamamına yakını mantıkta kendisine “safsata (kıyas-ı batıl, fallacy)” denen hatayla malûldür.
Sayın yazar, eleştirdiği makalede ileri sürülen görüşleri çürütmek yerine, karşısındaki yazar hakkında “Batı menşeli hukukçu olduğu için yanlış yapmış olmalıdır” diye yazıyor; bununla yetinmeyip, tartışma konusunu asıl mecrasından saptırıp, konuyla alakasız argümanlar ileri sürüyor. Nihayet makalesinin sonunda herhalde bunların da yetersiz kalacağını düşündüğünden “bunu diyenlerin itikadda problemleri olur” diyerek korkuya çağrı safsatasına başvuruyor. Hâliyle bu tür argümanlarla hakikat ortaya çıkarılamaz (16).
* * *Şimdi Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın 24 Mart 2019 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınladığı ikinci makalesini inceleyelim.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın ikinci makalesi “İslâm Hukukçusu Kimdir?” başlığını taşıyor. Ne var ki, 20 paragraflık makalenin 8 ilâ 20’nci paragrafları makalenin başlığında ifade edilen konuyla ilgili değildir. Sayın Hayrettin Karaman’ın bu paragrafları, benim 19 Şubat 2019 tarihinde yayınladığım “Sigara Haram mı?” başlıklı makalemde ileri sürdüğüm görüşlerin eleştirisi niteliğindedir ki, ben bu eleştirilere zaten 13 Mart 2019 günü yayınladığım “Sigara Haram mı? (2): Eleştirilere Cevaplar” başlıklı makalemle cevap verdim. O nedenle Sayın Karaman’ın makalesinin 8 ilâ 20’nci paragraflarında ileri sürdüğü eleştirilere tekrar cevap vermeyeceğim. Arzu edenler, o makaleme bakabilirler (17).
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın ikinci makalesinin sadece ilk yedi paragrafı, makalenin başlığında belirtilen tartışma konusuyla ilgilidir. Bu yedi paragraftan ikinci ve üçüncü paragraflar da benim makalemden olduğu gibi alınmış paragraflardır. Birinci paragraf, ikinci ve üçüncü paragrafı takdim paragrafı, dördüncü paragraf da ikinci ve üçüncü paragrafı özetleyen paragraftır. Geriye konuyla ilgili üç paragraf kalıyor. Bunlar makalenin beşinci, altıncı ve yedinci paragraflarıdır. İşte burada sadece bu üç paragrafa cevap vereceğim.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın konuyla ilgili ilk paragrafı şudur:
Yine ilgisiz bir argüman. Ben makalemde Osmanlı döneminde İslâm hukukçularının medreselerden yetişmediğini yazmadım. Tersine makalemde mezun olunan okulun ismi üzerinde durulmaksızın, İslâm hukukçularının kendi ülkelerinde ve kendi devirlerinde hukuk fakültesi dengi okullardan mezun olduklarını yazdım. Örneğin makalemin 6 nolu başlığının 2’nci paragrafı şöyledir:
Aynı başlığın 13’üncü paragrafında da şöyle bir cümle vardır:
Hâliyle hâkim ve avukat gibi hukuk uygulayıcılarını yetiştiren okulların adı ülkeden ülkeye, keza aynı ülkede de zamandan zamana değişir. Bunlar, günümüzün hukuk fakültelerinin dengi okullar olarak kabul edilebilir. Mühim olan bu okullardan mezun olanların kendi ülkelerinde ve kendi devirlerinde adliye mahkemelerinde hâkim olma ehliyetine sahip olup olmamalarıdır. İsmi ne olursa olsun, mezunları, hâkim olabiliyorsa (daha doğrusu hâkimlik sınavlarına başvurabiliyorsa), o okul, hukuk fakültesi dengi bir okuldur. Bu nedenle mezunları, kadı olabildiğine göre, Osmanlı medreseleri de, benim makalem açısından günümüzdeki hukuk fakültesi dengi birer okuldu. Diğer bir ifadeyle Osmanlı medreseleri kadı (hâkim) yetiştirme fonksiyonları itibarıyla günümüzdeki ilâhiyat fakültelerinin değil, hukuk fakültelerinin selefiydiler.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın yukarıdaki paragrafının son cümlesinde geçen şu soruya ise bir anlam veremiyorum:
Alakasız bir argümandan sonra, alakasız bir soru. Benim makalemin hiçbir yerinde, İslâm hukukçularının “yabancı hukuk okumadıkları için İslâm hukukçusu sayılmayacağı” yolunda bir düşünce ileri sürülmemiştir. Tersine, yabancı değil, kendi ülkesinin yürürlükteki hukukunu okumadıkları, kendi ülkelerinde hâkim olma ehliyetine sahip olmadıkları için ilâhiyat fakültelerindeki İslâm hukukçularının “hukukçu” sayılmayacakları düşüncesi ileri sürülmüştür.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın tartışma konumuzla ilgili ikinci paragrafı şudur:
Yine aynı ilgisiz kanıtlar safsatası. Benim makalemde İslâm hukukçusu olmak için “yabancı menşeli hukuk okumak şartı vardır” şeklinde bir iddia bulunmamaktadır. Örnek olarak verdiğim Medresetü’l-Kudâttan mezun olan Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen, Ali Himmet Berki, Sabri Şakir Ansay gibi isimler, “yabancı menşeli hukuk okumak şartı”nı yerine getirdikleri için değil, hâkim yetiştiren bir okuldan (Medresetü’l-Kudâttan) mezun olma şartını yerine getirdikleri için “İslâm hukukçusu” sıfatına sahiptir. Kaldı ki bu isimler fiilen hâkimlik de yapmışlardır.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın tartışma konumuzla ilgili üçüncü paragrafı şudur:
Yine konuyla ilgisiz çıkarımlar. Ben Türkiye’de ilâhiyat fakültelerindeki İslâm hukuku ana bilim dallarındaki öğretim elemanlarının “diğer hukuk sistemleri hakkında da bilgi sahibi” olmadıkları için “İslâm hukukçusu” sıfatını sahip olmayacaklarını yazmadım. Ben bu öğretim elemanlarının hukuk fakültesi mezunu olmadıkları, yani “hukukçu” olmadıkları için İslâm hukukçusu olamayacaklarını yazdım.
“Haddini Bilmemek” ve “Hata Etmek Meselesi”.- Sayın Hayrettin Karaman’ın yukarıdaki paragrafının sonlarında geçen “…ama haddini bilmemek olur ve çok kere hata ederler…” ifadesinin doğrudan bana yönelik bir ifade olduğu anlaşılıyor; zira izleyen paragraf “…ve çok kere hata ederler” dedim ya işte size sayın Gözler’den bir örnek…” diye devam ediyor ve benim “Sigara Haram mı?” başlıklı makalemden alıntılar yapıp bunların kendince nasıl yanlış olduğunu ve böylece nasıl haddimi bilmediğimi gösteriyor!
İki iddia var: Birincisi benim “haddimi bilmediğim” iddiası, ikincisi de “Sigara Haram mı?” başlıklı makalemde “çok kere hata ettiğim” iddiası. Her iki iddiayı ayrı ayrı incelemek gerekir:
a) “Haddini bilmemek” gibi ağır bir iddiaya cevap vermek benim üzerime düşmez. Zira bu iddia, doğrudan bana yönelik olarak ileri sürülmüştür. Şüphesiz haddimi bilip bilmediğimi takdir edecek olan okuyuculardır. Ben burada sadece şunu belirtmek isterim ki, bir tartışmada taraflardan birisinin diğerini haddini bilmemekle suçlaması, tartışılan konuda bir şeyin ispatına katkıda bulunmaz. Karşı tarafı “haddini bilmemek” ile suçlamaya mantıkta “adam karalama safsatası” denir.
Safsatadan öte, Sayın Hayrettin Karaman’ın muhatabıyla ilgili olarak “haddini bilmemek” şeklinde bir ifade kullanması kendisi açısından da çelişki teşkil eder: Eğer bir tartışmacı karşı tarafın “had” ile ilgili sorunu olduğunu düşünüyor ise, zaten onunla tartışmaya girmez. Tartışmaya girdikten sonra karşı tarafı haddini bilmemekle suçlamak tartışmacı açısından bir çelişkidir.
b) Sayın Karaman’ın ikincisi iddiası ise “Sigara Haram mı?” başlıklı makalemde “çok kere hata ettiğim” iddiasıdır. Sayın Profesör hatalı gördüğü hususları makalesinde belirtmiştir. Ben de bu konuda düşüncelerimi 20 Şubat 2019 tarihinde “Sigara Haram mı?” başlıklı bir makalemde ve 13 Mart 2019 tarihli “Sigara Haram mı? (2): Eleştirilere Cevaplar” başlıklı ikinci bir makalemde etraflıca açıkladım. Bence sigaranın haram olup olmadığı konusunda hatalı olan görüş, benim görüşüm değil, Sayın Hayrettin Karaman’ın görüşüdür. Hâliyle kimin haklı olduğunu takdir edecek olan okuyucuların kendisidir. Her okuyucu, bir yandan benim makalelerimi, diğer yandan da Sayın Hayrettin Karaman’ın makalesini okuyup, sigaranın haram olup olmadığı konusunda kimin görüşünün doğru, kimin görüşünün ise hatalı olduğuna karar verecektir.
“Hukuk-Fıkıh İlişkisi” başlıklı makalemde savunduğum gibi, “hukukçu” olunmadan, “İslâm hukukçusu” olunmaz. Nasıl “doktor” olunmadan “göz doktoru” olunmuyorsa. “Hukukçu” sıfatı, “İslâm hukukçusu” sıfatının ön koşuludur. Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinde İslâm hukuku ana bilim dallarında görev yapan toplam 375 öğretim elemanından pek azı (benim tespit edebildiğim kadarıyla sadece 5’i) bu ön koşulu yerine getirmektedir; diğerlerinin “İslâm hukukçusu” sıfatını kullanmaya hakları yoktur.
Türkiye’de Cumhuriyet döneminde görülen “hukukçu olmayan İslâm hukukçusu” olgusu, Türkiye’nin özgül tarihsel koşullarıyla açıklanabilir. Bu olgu, Türkiye’de yaşanan hukuk devrimi ve köklü resepsiyon hareketinin bir sonucudur. Bu hareket sonucunda, Türkiye’de İslâm hukukçuları hukuk fakültelerinden, hukuk fakültesi öğrencileri de İslâm hukukundan uzak kalmışlardır. Ne var ki, “hukukçu olmayan İslâm hukukçusu” olgusunun bu şekilde açıklanabilmesi, bu olgunun yanlışlığını ortadan kaldırmaz.
“Hukukçu olmayan İslâm hukukçusu olgusu” yanlıştır demek, şu an ilâhiyat fakültelerinin İslâm hukuku ana bilim dallarında bulunan öğretim elemanlarını suçlamak anlamına gelmiyor. Onların durumu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak onların durumunu anlamak, bu yanlışı ortadan kaldırmıyor. İslâm hukuku ana bilim dallarında görev yapan öğretim elemanlarının hukuk eğitimi almaları onlara büyük yarar sağlayacaktır.
Türkiye’de İslâm hukukçularının yapması gereken şey, bu yanlıştan dönmek ve ilâhiyat öğrenimiyle yetinmemek ve hukuk öğrenimi görmekten ibarettir. “Hukuk-Fıkıh İlişkisi” başlıklı makalemde genç İslâm hukukçularına bu yönde tavsiyede bulundum. Bu tavsiyenin dayandığı düşünce akl-ı selimi yansıtan bir düşüncedir. Aslında bu düşüncenin ilâhiyat fakültelerinin İslâm hukuku ana bilim dallarında görev yapan pek çok öğretim üyesi tarafından da paylaşıldığın sanıyorum. Nitekim ilâhiyat fakültesindeki İslâm hukukçuları arasında, çok az sayıda da olsa, bazı öğretim üyeleri bu ihtiyacı hissedip hukuk fakültesine gitmişlerdir.
Aslında ortada teorik bir sorundan çok pratik bir sorun vardır. İlâhiyat fakültesini bitirdikten sonra bir de dört yıl hukuk fakültesine gitmek oldukça zahmetli bir iştir (22). Keza üniversiteye giriş sınavlarına girip, iyi bir hukuk fakültesini kazanmak da zordur. Bilindiği gibi hukuk fakültelerinin giriş puanları oldukça yüksektir. Ancak bunlar teknik güçlüklerden ibarettir. İslâm hukuku ana bilim dallarındaki genç öğretim elemanlarının, azmederlerse, bu güçlüklerin üstesinden gelebileceğine inanıyorum.
Burada şunu da belirtmek isterim ki, hukuk okumak isteyen ilâhiyat fakültesi öğretim elemanlarının herkes gibi üniversiteye giriş sınavlarına girmeleri gerekir. Bunlara giriş bakımından bir istisna tanınmamalıdır. Girişte “yan kapı”, eğitim etiğine aykırıdır. Hukuk fakültesi eğitiminin en zor yanı, bu fakültelere giriştir. Hukuk eğitimin değeri böyle başlar. Aynı şekilde hukuk yüksek lisans ve doktora programlarına girişte de hukuk fakültesi mezunu olmak şartından ödün verilmemelidir.
* * *Şimdi Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın 28 Mart 2019 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınladığı üçüncü makalesine cevap verelim.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın üçüncü makalesi “İlahiyat ve Medrese Fıkıh Hocalarından Kurtulmak” başlığını taşımaktadır. Öncelikle başlıktaki “medrese” kelimesinin nereden çıktığını anlamış değilim. Sayın Karaman’ın “medrese fıkıh hocaları” tabiri ile kimleri kastettiğini bilmiyorum. Benim makalemde “medrese fıkıh hocaları”na ilişkin bir ifade yoktur. Ayrıca ben “ilâhiyat fıkıh hocalarından kurtulmak” gerektiğini değil, “yüksek İslâm enstitüsü mezunu yaşlı kuşak fıkıhçılardan kurtulmak” gerektiğini yazdım (23). Bunlar aynı şeyler değildir. Sayın Karaman’ın makalesinin başlığında “hatalı genelleme (faulty generalization)” denilen türden bir mantık hatası vardır. Acaba bu, Sayın Karaman’ın yanlışlıkla içine düştüğü bir hata mıdır? Sanmıyorum. Sayın Profesör, bu genellemeyi, pek muhtemelen, benim makalemde ismi geçmeyen kişileri, kendi tarafına çekmek ve böylece bana karşı çıkacak potansiyel kişi sayısını artırmak için yapıyor.
Şimdi başlığı bir yana bırakıp makalenin içeriğine bakalım. Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın makalesi aslında iki kısımdan oluşuyor. Makalesinin birinci kısmında Sayın Karaman, benden çeşitli paragraflar alıyor ve bu paragraflara cevap olarak bunları “cevaba ve tenkide değer” bulmadığını söylüyor. Makalesinin ikinci kısmında ise benim makalemden bazı paragraflar alıyor ve bunları kendince “tenkit ve tashih” ediyor. Ben de Sayın Hayrettin Karaman’a, kendisinin bu ayrımına paralel olarak cevap vereceğim.
Makalenin birinci kısmında Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
deyip, benim makalemden, ilâhiyat fakültesi öğretim üyesi sayısının hukuk fakültesi öğretim üyesi sayısından fazla olmasını eleştirdiğim paragrafı, İslâm hukukçusu olmak için öncelikle hukukçu olmak lazım geldiği, İslâm hukukunu ilâhiyatçıların elinden kurtarmak gerektiği yolundaki düşüncelerimi içeren çeşitli cümleleri alıntılıyor ve sonra da
diyor.
Ben, bu düşüncelerimin gerekçelerini “Hukuk-Fıkıh İlişkisi” başlıklı makalemin 2, 5 ve 6 nolu başlıklarında ayrıntılarıyla açıkladım. Daha önce söyledim; bir kez daha söyleyeyim: Hukukçu olunmadan İslâm hukukçusu olunmaz! Doktor olunmadan göz doktoru olunmadığı gibi.
İslâm hukukçuluğu bir ihtisastır ki, her ihtisas, genel bilgi üzerine inşa edilir. Uzmanlık bilgisi, ancak genel bilgiyi elde ettikten sonra ulaşılabilecek bir bilgidir. Geneli bilmeden uzmanlaşmak mümkün değildir.
Türkiye’deki hukuk ve ilâhiyat fakülteleri öğretim üyesi sayıları arasındaki farkın normal olup olmadığı konusunda ise, ben de, Sayın Karaman gibi düşünüyor; bu farkın takdirini “okuyucuya havale etmek gerekir” diyor ve okuyuculara şu soruyu soruyorum: “Hukuk fakültelerinde toplam 441 profesör var iken ilâhiyat fakültelerinde toplam 613 profesör, hukuk fakültelerinde toplam 229 doçent var iken ilâhiyat fakültelerinde toplam 357 doçent, hukuk fakültelerinde toplam 813 adet doktor öğretim üyesi var iken ilâhiyat fakültelerinde toplam 1331 adet doktor öğretim üyesi olması sizce normal bir şey midir?”
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın makalesinin ikinci kısmında, benim makalemden çeşitli cümleler alıyor ve onları kendince “tenkit ve tashih” ediyor.
Örneğin benim makalemden
şeklindeki cümlelerimi alıyor ve bu cümleleri şu şekilde tashih ediyor:
Yine Sayın Hayrettin Karaman, makalesinde benim “fıkıh” ile “fıkıh usûlü”nün farklı şeyler olduğu, fıkhın (nassların) koyucusunun Allah ve Peygamberi olduğu, fıkıh usûlünün koyucusunun ise insan aklı olduğu, fıkıh biliminin bir inanca referansla tanımlanamayacağı yolundaki görüşlerimi eleştiriyor ve “usulde yer alan her kaide… Müslüman aklına dayanmak durumundadır” diyor ve ekliyor:
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın dayandığı “Müslüman aklı” kavramı tartışmaya çok açık bir kavramdır. “Müslüman aklı”, “insan aklı”ndan farklı bir şey midir? “Müslüman aklı” varsa bir de “Hıristiyan aklı” mı vardır? Bu soruların içinden çıkmak kolay değildir.
Sayın Karaman, fıkıh ilminin “seküler bilim tanımına uyup uymaması önemli değildir” diye yazıyor (26). Bunun sebebini de “biz fıkıh ilmi derken ‘İslâmî ilimlerden birinden’ söz ediyoruz” diyerek açıklıyor.
Sayın Profesör, kanımca “fıkıh” ile “fıkıh bilimi”ni karıştırıyor. Karıştırmasının sebebi de, zannımca, “bilim” ile “bilimin konusu” arasındaki farka dikkat etmiyor olmasıdır.
19 Mart 2019 tarihli “Hukuk-Fıkıh İlişkisi” başlıklı makalemde açıkladığım gibi, bilim ile bilimin konusu arasında fark vardır. Hukuk başka, hukuk bilimi başkadır. Bunlardan birincisi ikincisinin inceleme konusudur. Aynı şekilde fıkıh bilimi (İslâm hukuku bilimi) başka, fıkıh (İslâm hukuku) başkadır. Fıkıh, yani İslâm hukuku, ilahîdir; Allah ve Peygamberinin eseridir; ama fıkıh bilimi, yani İslâm hukuku bilimi, ilahî değil, aklîdir; yani insan eseridir.
İslâm hukukunun kendine has özellikleri vardır. Ama İslâm hukuku biliminin diğer hukuk bilimlerinden bir farkı yoktur. O da aynı bilim tanımına tâbidir.
“Hukuk” ile “hukuk bilimi” ve keza “fıkıh” ile “fıkıh bilimi” arasındaki ayrımı, 19 Mart 2019 tarihli “Hukuk-Fıkıh İlişkisi” başlıklı makalemin 11 nolu başlığında yeterince açıkladığımı düşünüyorum. Arzu edenler söz konusu makaleme bakabilirler.
Bu makalenin başında da belirtildiği gibi “barika-i hakikat, müsademe-i efkardan çıkar”. Dolayısıyla fikirlerin çarpışmasından korkmamak gerekir. Bir makalede ileri sürülen görüşlerin eleştirilmesi ve keza ileri sürülen tezlere karşı tezlerle cevap verilmesi, tartışılan konunun daha iyi anlaşılmasına ve o konuda hakikatin ortaya çıkmasına hizmet eder.
Bununla birlikte, böyle bir tartışma yapılırken safsata niteliğinde argümanlardan uzak durulması gerekir. Bunun için de hatalı genellemeler yapmamak, konuyla ilgisiz argümanlar ileri sürmemek, muhataba söylemediği şeyleri söyletmemek, tezleri ve antitezleri muğlaklaştırmamak, tartışmayı mecrasından saptırmamak, ad hominem argümanlar kullanmamak ve özellikle de korkuya çağrıda bulunmamak gerekir. Bu tür argümanlarla belki karşı taraf susturulabilir; ama hakikate ulaşılamaz.
İlk Yayın Tarihi: 28 Mart 2019