TÜRK ANAYASA HUKUKU SİTESİ

Ana Sayfa: www.anayasa.gen.tr


Kemal Gözler, “Hukukun Siyasetle İmtihanı: Kim Sınıfta Kaldı?", Türkiye Günlüğü, Sayı 89, Yaz 2007, s.5-16.<www.anayasa.gen.tr/kim-sinifta-kaldi.htm> (20 Eylül 2007)

Aynı makaleyi word dokümanı olarak indirmek için burasını tıklayınız. ( wwwanayasa.gen.tr/kim-sinifta-kaldi.doc )

 

Makalenin orijinal sayfa numaraları metin içinde [s.XX] şeklinde gösterilmiştir.

 


 

[s.5]

 

Türkiye Günlüğü, Sayı 89, Yaz 2007, s.5-15

 
hukukun sİyasetle İmtİhanı
Kİm Sınıfta kaldı?

 Anayasa mı, Anayasa Hukuku mu, Anayasa Hukukçuları mı? Anayasa Mahkemesi mi?

 

 

 

Doç. Dr. Kemal Gözler*

Geçtiğimiz Nisan ayının son, Mayıs ayının ise ilk günlerinde ülkemizde Cumhurbaşkanı seçimi dolayısıyla “hukukun siyasetle imtihanı”na şahit olduk. Bu imtihanda tartışmasız olarak birileri sınıfta kaldı. Çünkü mevcut anayasal kurallar çerçevesinde bir Cumhurbaşkanı seçilemedi ve ülke bir anayasal krizin içine girdi. Bu kriz de Türkiye’de hükümet sistemini değiştirmeye yol açabilecek düzeyde önemli anayasal değişikliklere yol açmak üzere. Bu kriz ve bunun sonucu planlanan anayasa değişiklikleri, bir başarısızlığın, tabir caizse bir “sınıfta kalma”nın göstergesidir. Peki ama bu başarısızlığın sorumlusu kim? Diğer bir ifadeyle “kim sınıfta kaldı?”

Şüphesiz bu soruya “siyasetçiler sınıfta kaldı” diye de cevap verilebilir. Zira siyasetçiler uzlaşıp pekala Cumhurbaşkanı seçebilirlerdi. Ancak siyasetçilerin uzlaşıp uzlaşamamaları bir hukukî sorun değildir. Uzlaşma, bir “hukukîlik sorunu” değil, “siyasî yerindelik sorunu”dur.  Bir siyasetçi ister uzlaşır, isterse uzlaşmaz. Bu onun yüce gönlünün bileceği bir şeydir. Hukuk bir siyasetçiye uzlaşma yükümlülüğü getirmez. Uzlaşmayan siyasetçiye hukukun diyeceği bir şey yoktur. Uzlaşmayan siyasetçi belki siyaseten sınıfta kalır; ama hukuken değil.

Bu hukuk sınavında siyasetçiler sınıfta kalmadığına göre kim sınıfta kaldı? Kim hatalı? Anayasa mı, anayasa hukuku mu, anayasa hukukçuları mı, Anayasa Mahkemesi mi? Yoksa Sabih Kanadoğlu mu? Sonuncusundan başlayalım.

I. Sabİh Kanadoğlu Mu sınıfta kaldı?

Bilindiği gibi Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçimi için nitelikli bir toplantı yetersayısı gerektiği iddiası ilk defa Sabih Kanadoğlu tarafından ortaya atılmıştır. Kanadoğlu’na göre Cumhurbaşkanı seçmek amacıyla TBMM’nin toplanabilmesi için TBMM Genel Kurulunda 184 milletvekili olması yeterli [s.6] değildir; en az 367 milletvekilinin bulunması gerekir[1].

Kanadoğlu’nun iddiası, 1982 Anayasasının 96 ve 102’nci maddeleri karşısında apaçık bir şekilde yanlıştı. Zira 1982 Anayasasının 102’nci maddesinde öngörülen yetersayılar, “toplantı yetersayısı” değil, “karar yetersayısı”ydı. 102’nci maddede toplantı yetersayısına, yani TBMM’nin kaç milletvekili ile toplanacağına ilişkin bir hüküm yoktu. Maddede toplantı yetersayısına ilişkin bir özel hüküm olmadığına göre, toplantı yetersayısı, Anayasanın 96’ncı maddesinin “Anayasada başkaca bir hüküm yoksa Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının en az üçte biri ile toplanır” diyen birinci fıkrası hükmüne göre belirlenirdi. Yani Cumhurbaşkanının seçimi amacıyla TBMM’nin toplanabilmesi için en az 184 milletvekilinin Genel Kurulda bulunması yeterliydi.

Sabih Kanadoğlu’nun düşüncesi apaçık yanlıştı. Ancak Sabih Kanadoğlu’nun apaçık yanlış bir düşünceyi ortaya atması onun sınıfta kalmasına yol açar mı? Kanımızca hayır. Çünkü sayın Kanadoğlu, ne Anayasa Mahkemesi üyesi, ne de bir anayasa hukukçusu. Bütün diğer vatandaşlar gibi, Anayasamızın 25’inci maddesinde garanti altına alınan “düşünce hürriyeti”ni kullanarak her şeyi düşünebilir ve düşündüğü bu ilginç şeyleri, Anayasamızın 26’ncı maddesinde garanti altına alınan “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”ni kullanarak açıklayabilir ve yayabilir. Nitekim kendisi de bu düşüncelerini Cumhuriyet gazetesinde yazmış ve çeşitli televizyon kanallarında açıklamıştır.

Hiçbir vatandaşın doğru şeyler düşünme ödevi yoktur. İsteyen vatandaş, iki kere ikinin dört değil, beş ettiğini de düşünebilir ve bu düşüncesini açıklayabilir. Sabih Kanadoğlu da Anayasanın 102’nci maddesinde yazmıyor olsa da Cumhurbaşkanı seçimi için toplantı yetersayısının 184 değil, 367 olduğunu düşünebilir ve bu düşüncesini açıklayabilir. Bir vatandaşın düşüncesine saygı göstermekten başka yapılacak bir şey yoktur. Ancak nasıl birisi “iki kere iki beş eder” dedi diye iki kere iki beş etmiyor ise, Sabih Kanadoğlu “toplantı yetersayısı 367’dir” dedi diye toplantı yetersayısı da 184 olmaktan çıkıp, 367 haline gelmez.

O hâlde, toplantı yetersayını 184 olmaktan çıkarıp 367 haline getiren ve Cumhurbaşkanı seçimini çıkmaza sokan kişi Sabih Kanadoğlu değildir. Dolayısıyla sınıfta kalacak kişi Kanadoğlu olamaz.

II. anayasa Mı sınıfta kaldı?

Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili tartışmalarda, Anayasanın 96’ncı maddesinin birinci fıkrasının eksik veya yanlış bir şekilde kaleme alındığı, fıkranın farklı yorumlara elveren ifadeler içerdiği iddia edildi ve tabir caizse krizin faturası Anayasanın metnine ve dolayısıyla Anayasa koyucusuna çıkarıldı. Bu düşüncelere hak verilirse, “kim sınıfta kaldı” sorusuna “Anayasa, dolayısıyla 1982 Anayasasının yapıcıları sınıfta kaldı” diye cevap verilebilir.

Biz bu düşüncelere katılmıyoruz. İlkönce tartışma konusu olan fıkrayı verelim:

“Anayasada, başkaca bir hüküm yoksa, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri ile toplanır ve toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir”.

Bu fıkrayı 1982 yılından 2007 yılına kadar okuyan herkes, Anayasada öngörülmüş bir özel toplantı yetersayısı olmadıkça (ki böyle bir özel toplantı yetersayısı yoktur), bu fıkradan  toplantı yetersayısının daima TBMM üye tamsayısı üçte biri, yani 184 olduğunu anlamışlardır. Fıkranın metni şüphesiz daha apaçık bir şekilde kaleme alınabilirdi. Örneğin şöyle denebilirdi: [s.7]

“Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri ile toplanır ve Anayasada başkaca bir hüküm yoksa toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir”.

Nitekim 18 Mayıs 2007 tarih ve 5560 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile Anayasanın 96’ncı maddesinin birinci fıkraının aşağıdaki şekilde değiştirilmesi öngörülmüştür:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi, yapacağı seçimler dahil bütün işlerinde üye tamsayısının en az üçte biri ile toplanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasada başkaca bir hüküm yoksa toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir”.

Anayasanın 96’ncı maddesinin birinci fıkrasının orijinal hâli, 1982 yılında, iki üst paragraftaki gibi, yahut 5560 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunundaki gibi kaleme alınsaydı, Sabih Kanadoğlu’nun yaptığı yorumun mümkün olmayacağı söylenebilir. Ama fıkranın bu hâli dahi farklı şekillerde yorumlanabilir. Zira bir anayasa veya bir kanun maddesinin metni nasıl kaleme alınırsa alınsın, art diyetli yorumcular her zaman, bu maddeyi şu ya da şekilde yorumlayabilirler. Çünkü hukuk kuralı, bir kanun maddesinin metni değil, onun anlamıdır[2]. Bu anlamı ise dürüst olmayan yorumcular her zaman çarpıtabilirler. Hukukta, yoruma elvermeyecek şekilde kanun maddelerini apaçık bir şekilde yazmanın pratikte imkânı yoktur. Bu mantıken de mümkün değildir. Hukuk kuralı, kanun maddesinin metni değil, anlamı oldukça bir metin ne kadar apaçık bir şekilde kaleme alınırsa alınsın yine de değişik yorumlara konu olabilir.  96’ncı maddenin birinci fıkrası da, 1982’den 2007’ye yirmi yıl boyunca değişik bir şekilde yorumlanacağı kimsenin aklına gelmemiş metni apaçık olan bir fıkraydı. Ama 25 yıl sonra birisi çıktı ve 25 yıl boyunca kimsenin aklına gelmemiş bir şekilde bu fıkradan şu anlaşılır diyebildi. 96’ncı maddenin birinci fıkrasının yeni metninin de gelecek yirmibeş yıl içinde kimsenin aklına ve hayaline gelmeyecek bir şekilde yorumlanmayacağını kim garanti edebilir?

Yukarıda da söylediğimiz gibi 96’ncı maddenin birinci fıkrasının ilk şeklinde bir problem yoktur. Dürüst yorumcular için bu fıkra 25 yıl boyunca bir sorun çıkarmamıştır. Kaldı ki bu maddenin yorumunda bir tereddüt ortaya çıktıysa bu tereddüt yorum kuralları ile çözümlenebilirdi. Şöyle: Anayasanın 96’ncı maddesinin birinci fıkrasında “Anayasada başkaca bir hüküm yoksa” dendiğine göre 96’ncı maddenin bu birinci fıkrası, genel kural, Anayasada bu konuda olabilecek diğer hüküm veya hükümler ise bu genel kuralın istisnasını teşkil eden özel hükümlerdir. İstisnalar exceptio est strictissimae interpretationis ilkesi uyarınca dar yorumlanırlar. 96 ve 102’nci maddelerin anlamları konusunda tereddüt varsa, yorumlanarak anlamı genişletilecek madde, 96; dar yoruma tâbi tutulacak madde ise 102’nci maddeydi.

Bu arada belirtelim ki, sadece 1982 Türk Anayasasında değil, Devlet Başkanları: Bir Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku İncelemesi başlıklı kitabımızda gösterdiğimiz gibi[3], yabancı anayasalarda da cumhurbaşkanının seçimi için gerekli toplantı yetersayısını özel olarak düzenleyen bir madde yoktur. Bütün anayasalar, bizdekine benzer şekilde, Cumhurbaşkanı seçimi için gerekli olan karar yetersayısını düzenlemişler, ama toplantı yetersayısı konusunda susmuşlardır. Eğer 1982 [s.8] Anayasasının Cumhurbaşkanının seçimi için gerekli olan toplantı yetersayısını ayrıca ve açıkça düzenlememiş olması bir eksiklik, bir kusur ise, dünyada bu kusuru taşımayan bir anayasa yoktur.

Uzun lafın kısası, Cumhurbaşkanı seçimi konusunda toplantı yetersayı konusunda 1982 Anayasasında bir eksiklik, bir kusur yoktur; yani sınıfta kalan 1982 Anayasası değildir. Anayasa sınıfta kalmamış ise peki sınıfta kim kaldı? Anayasa hukuku mu? Şimdi onu görelim.

III. anayasa HUKUKU MU sınıfta kaldı?

Acaba TBMM’nin toplantı yetersayı konusunda anayasa hukukunda, daha açık bir tabirle anayasa hukuku doktrininde bir belirsizlik mi vardı? Tüm bu sorunlar doktrindeki bu belirsizlik ve eksiklik yüzünden mi ortaya çıktı? Kanımızca hayır.

Öncelikle belirtelim ki, Cumhurbaşkanı seçimi için toplantı yetersayısının 184 değil de, 367 olduğunun söylenmesi, söz konusu toplantı yetersayısının “özel toplantı yetersayısı” veya “nitelikli toplantı yetersayısı” olduğu anlamına gelir.  Bu durumda ise Anayasamızın 96’ncı maddesinde öngörülen toplantı yetersayısı “genel toplantı yetersayı” olmuş olur. Bu durumda ise toplantı yetersayı bakımından “genel toplantı yetersayı” ve “özel toplantı yetersayısı” veya “nitelikli toplantı yetersayısı” şeklinde ikili bir ayrım ortaya çıkar. Acaba toplantı yetersayı bakımından böyle bir ayrım Türk anayasa hukuku doktrininde var mıydı? Var değil ise bu bir eksiklik miydi?

Türkiye’de 2007 yılına kadar yazılmış bütün anayasa hukuku kitap ve makalelerinde, Anayasanın 96’ncı maddesi uyarınca toplantı yetersayısının TBMM üye tamsayısı üçte biri olduğu, yani TBMM’nin en az 184 milletvekili ile toplanacağı yazılıdır. Yine bu kitap ve makalelerde, Cumhurbaşkanı seçmek amacıyla TBMM’nin toplanması için özel bir toplantı yetersayısı gerektiği yolunda bir bilgi yoktur.  Türk anayasa hukuku literatüründe “özel toplantı yetersayısı” veya “nitelikle toplantı yetersayısı” terimleri dahi geçmemektedir. Türk anayasa hukuku doktrininde 2007 yılına kadar, TBMM’nin genel olarak karar alabilmesi için toplantıya katılan üyelerin salt çoğunluğunun gerektiği, buna karşılık istisnaen bazı konularda karar alabilmesi için üye tamsayısı beşte üçü ve üçte ikisi gibi nitelikli çoğunluğunun kabul oyu gerektiği açıklanmış ve böylece karar yetersayısı bakımından “genel karar yetersayısı” ve “özel” veya  “nitelikli karar yetersayısı” şeklinde ayırım yapılmıştır. Ancak aynı doktrinde, toplantı yetersayı bakımından böyle bir ayrım yapılmamıştır. 2007 yılına kadar Türk anayasa hukuku doktrininde, ne kitaplarda, ne makalelerde, ne sempozyumlarda, ne öğretim üyelerin verdiği derslerde, “özel toplantı yetersayısı” veya “nitelikli toplantı yetersayısı” kavramları kullanılmamıştır. Türk anayasa doktrininde bu kavramlar, 2007 yılına kadar, hayal dahi edilememiştir. Bu kavramları hayal edip icat eden, Türk anayasa hukuku doktrinine mensup olmayan birisidir.

İlginçtir ki, bu görüşe destek veren birkaç anayasa hukuku profesörü meslektaşımızın 2007 yılından önce yazdıkları kitap ve makalelerde de, Cumhurbaşkanının seçimi için TBMM’nin üye tamsayısı üçte ikisiyle toplanacağı yolunda bir görüş yazmadığı gibi, “özel toplantı yetersayısı” veya “nitelikli toplantı yetersayısı” kavramı, bir terim olarak dahi geçmemektedir.

Türk anayasa hukuku doktrininde “nitelikli toplantı yetersayısı” kavramının 2007 yılına kadar geçmemiş olması, bu kavramın hayal dahi edilmemiş olması, acaba bir eksiklik veya kusur mu? Hayır. Çünkü olmayan bir şeyin var olduğunu hayal etmek bilim adamlarının görevi değildir.  Bu arada belirtelim ki, sadece Türk anayasa hukuku doktrininde değil, dünya anayasa hukuku [s.9] doktrininde de bu kavramı şimdiye kadar hayal eden çıkmamıştır. Biz gerek Fransızca, gerek İngilizce anayasa hukuku literatüründe şimdiye kadar, sadece cumhurbaşkanını seçmek için değil, genelde parlâmentoların çalışması için “nitelikli toplantı yetersayısı (qualified quorum, quorum qualifié)” diye bir kavrama rastlamadık. İngilizce anayasa hukuku kitaplarının indekslerinde qualified quorum, Fransızca anayasa hukuku kitaplarının indekslerinde quorum qualifié terimleri bulunmamaktadır. Quorum terimini bulunmakta, ama bu quorum’un qualified (qualifié) olanını bulunmamaktadır. Aynı şekilde Inter-Parliamentary Union’un “PARLINE” veritabanında (http://www.ipu.org/parline-e/parlinesearch.asp) yaptığımız araştırmada da bir parlamentonun toplanabilmesi için öngörülmüş bir nitelikle toplantı yetersayısına rastlayamadık. Benzer şekilde Avrupa Konseyi Venedik Komisyonunun hazırladığı CODICES veritabanında (http://codices.coe.int/NXT/gateway.dll?f=templates&fn=default.htm) yaptığımız araştırmada parlamentoların çalışmasına ilişkin olarak “qualified quorum” kavramına rastlayamadık.

Özetle, dünya anayasa hukuku literatüründe nitelikli toplantı yetersayısı kavramı, bu yetersayının cumhurbaşkanı seçimi için aranıp aranmaması bir yana, bir kavram olarak dahi geçmemektedir. Bunlar göstermektedir ki “nitelikli toplantı yetersayısı” kavramı Türkiye’de, 2006 yılının son günlerinde uydurulmuş bir kavramdır. Eğer Türkiye’de 2007 yılında AKP’nin Cumhurbaşkanı seçme ihtimali ortaya çıkmasıydı, bu kavramı hayal eden kimse de çıkmayacaktı. 

Uzun lafın kısası, Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili olarak toplantı yetersayı konusunda Türk anayasa hukukunda bir eksiklik, bir kusur yoktur. Dolayısıyla sınıfta kalan Türk anayasa hukuku da değildir. Anayasa hukuku da sınıfta kalmamış ise peki sınıfta kim kaldı? Anayasa hukukçuları mı? Şimdi onu görelim.

IV. anayasa HUKUKçuları mı sınıfta kaldı?

Yukarıda gördüğümüz gibi Türk anayasa hukuku doktrininde, yani anayasa hukuku alanında çalışan bilim adamlarının yazılarında ve derslerinde, 2007 yılına kadar, Cumhurbaşkanının seçimi için özel bir toplantı yetersayısı olduğu, yani TBMM’nin bu amaçla 184 milletvekili ile değil, ancak 367 milletvekili ile toplanabileceği yolunda bir düşüncenin izine dahi rastlanmaz. Bu düşünce bu doktrine mensup olmayan birisi tarafından ortaya atılınca bu doktrinin mensubu olan bilim adamları nasıl tepki gösterdiler? Acaba bu bilim adamlarının tepkisinde bir hata mı vardı? Tepki gösteren veya göstermeyen anayasa hukukçuları mı hata yaptılar? Yani, anayasa hukuku sınıfta kalamasa bile bazı anayasa hukukçuları mı sınıfta kaldı?

Bu soruya cevap vermek için,  Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yetersayısının 367 olduğu iddiasına karşı takındıkları tavra göre anayasa hukukçularını gruplandırmak gerekir. Bu gruplandırmayı yaparken isim vermemeyi tercih ediyoruz.

1. 184’çüler

Anayasa hukukçularının önemli bir kısmı, bu tartışmanın ortaya çıktığı daha ilk günlerden itibaren, toplantı yetersayısının 367 olduğu yolundaki iddianın tamamıyla yanlış olduğunu açıkladılar ve Cumhurbaşkanı seçmek için TBMM’nin 367 değil, 184 milletvekili toplanabileceği savundular. Yukarıda açıkladığımız gibi bu görüş doğruydu. Dolayısıyla toplantı yetersayısının 184 olduğunu savunan anayasa hukukçularının, bu krizin ortaya çıkmasında bir sorumlulukları yoktur. Sonuç olarak 184’çülerin sınıfta kalmadığını söyleyebiliriz.

2. Susanlar

Anayasa hukukçularının çoğunluğu 184-367 tartışmasında sustular; şu veya [s.10] bu sebeple sessiz kalmayı tercih ettiler. Ben de 3 Mayıs 2007 gününe kadar bunlardan biriydim. 3 Mayıs 2007 tarihinde Türk Anayasa Hukuku Sitesinde (www.anayasa.gen.tr) yaptığım bir açıklama ile bu konudaki sessizliği bozdum, 184’çü olduğumu açıklayıp ve bu arada o güne kadar niçin sessiz kaldığımı şu cümlelerle açıkladım:

“Şimdiye kadar 184-367 tartışmasından uzak durmaya özel çaba sarf ettim. Özellikle de bu konuda, gazete ve televizyonlara görüş açıklamaktan özenle kaçındım. Çünkü bilimsel tartışmanın yerinin, gazeteler ve televizyon ekranları değil, kitaplar ve bilimsel dergiler olduğuna inanan biriyim. 

Kaldı ki anayasa hukuku alanında apaçık yanlış olan bir görüş açıklandı diye, bu görüşün yanlış olduğu yolunda beyanat vermek gerektiğine de inanmıyordum. Nasıl birisi çıksa ve iki kere ikinin dört değil, beş ettiğini söylese, matematik profesörleri bunun yanlış olduğu yolunda gazetelere ve televizyonlara beyanat vermek zorunda değiller ise, aynı şekilde Cumhurbaşkanı seçimi için toplantı yetersayısının 184 değil, 367 olduğunu söyleyen birisinin görüşünün yanlış olduğunu söylemenin gereğini bir anayasa hukukçusu olarak hissetmedim. Toplantı yetersayısının 367 olduğu görüşü, benim açımdan, ayrıca tartışılmasına gerek olmayan apaçık yanlış bir görüştü ve bunun yanlış olduğunun söylenmesi dahi bir “abesle iştigal” idi.

Ben böyle düşünüyor iken ve 184-367 tartışması konusunda bir görüş açıklamamış olmama rağmen, adımın “367’ciler” ile birlikte anıldığını fark ettim. Bu nedenle “367’ci” değil, “184’çü” olduğumu açıklama ihtiyacını hissettim. Diğer yandan benim apaçık yanlış bulduğum görüş Anayasa Mahkemesi tarafından fevkalade yanlış bir kararla benimsenmiş oldu. Nihayet 367 lehine propaganda yapanlar, söz konusu sorunun anayasa hukuku doktrininde tartışmalı olduğunu, anayasacıların çoğunun 367’ci olduğunu iddia etmeye başladılar. Oysa gerçekte 4-5 anayasacı dışında kalan meslektaşlarımızın ezici çoğunluğu 184’çüdür ve özel konuşmalarında toplantı yetersayısının 367 olduğu yolundaki görüşün uydurma bir görüş olduğunu ve Anayasa Mahkemesi kararının da yanlış bir karar olduğunu söylemektedirler. Anayasa hukuku, bu alanda yüksek lisans dahi yapmamış, hayatında anayasa hukuku alanında tek bir kitap, tek bir makale dahi yazmamış kişilerin ahkam kestiği bir alan haline geldi. Bu kişilerin yaptığı açıklamalar yüzünden halkın Anayasaya ve giderek hukuka güveni sarsıldı. Halkın gözünde anayasa hukuku kuralları, isteyenin istediği gibi yorumlayabileceği kurallar haline dönüştü. Artık böyle bir durumda susmanın, bir anayasa hukukçusu olarak, mesleğime saygısızlık olacağı kanısına vardım ve aşağıdaki açıklamayı yapmaya karar verdim. K.Gözler”[4].

Acaba –ben dahil– susan veya zamanında bu konuda konuşmamış olan anayasa hukukçuları bir hata mı yaptılar? Dolayısıyla ortaya çıkan krizde onların da bir sorumluluğu var mı? Bu soruya cevap vermek oldukça güç. Öncelikle belirtelim ki, güncel bir siyasî sorun hakkında açıklama yapmak konusunda anayasa hukukçularının yükümlülüğü yoktur. Kaldı ki, bir anayasa hukukçusundan kâle dahi almadığı, apaçık yanlış bulduğu bir iddia konusunda açıklama yapmasını beklemek de gerçekçi bir beklenti değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi, birisi çıkıp iki kere ikinin dört değil, beş ettiğini söyledi diye matematik profesörlerinin nasıl bunun yanlış olduğunu söyleme yükümlülüğü yoksa, aynı şekilde anayasa hukukçularının da biri “toplantı yetersayısı 184 değil, 367’dir” dedi diye bunun yanlış olduğunu söylemek gibi bir yükümlülükleri yoktur. 

Ancak Anayasa Mahkemesinin kararı, bunun böyle olmadığını, Türkiye’de yanlış olduğu apaçık olan bir iddianın dahi geçerlilik kazanabileceğini göstermiştir. Bu noktada Türk anayasa hukuku [s.11] doktrininin en önemli temsilcilerinden biri olan Prof. Dr. Ergun Özbudun’un Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararından tam üç buçuk ay önce 17 Ocak 2007’de yaptığı şu uyarıda ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmıştır:

“Bugün belli bir kesimin belli siyasal amaçlar doğrultusunda hukuk kurallarını çarpıtma gayretine karşı sessiz kalınırsa, yarın başka bir kesimin bambaşka amaçlar uğrunda o kuralları çiğnemesine karşı söyleyecek sözümüz olmaz”[5].

Ergun Özbudun’un bu satırlarını geçen Ocak ayında okuduğumda kendisinin yanıldığını, yanlış bir görüş karşısında sessiz kalmanın yanlış olmadığını düşünmüş ve sessizliğimi daha üç buçuk ay sürdürmüştüm. Anayasa Mahkemesinin 367 yorumu lehine karar vermesinden sonra ise Ergun Özbudun’un haklı olduğunu anlayıp, zamanında konuşmamış olmaktan dolayı pişman oldum ve kararın ertesi günü 3 Mayıs 2007 tarihinde yukarıda alıntıladığım açıklamayı Türk Anayasa Hukuku Sitesinde yayınladım. Sanıyorum benim gibi bu süreçte sessiz kalan ve anayasa hukukçuların çoğunluğunu oluşturan meslektaşlarımız da benzer bir pişmanlık içindedirler. Ve yine sanıyorum ki, 184-367 tartışmasında Türk anayasa hukukçularının sessiz kalmış olan çoğunluğu –ben dahil–, bu krizden sessiz kalmaktan veya zamanında konuşmamış olmaktan dolayı kısmen sorumludur.

3. 367’ciler

Anayasa hukukçuları arasında sayıları azınlık durumunda olan bir grup anayasa hukukçusu, Sabih Kanadoğlu tarafından ortaya atılan Cumhurbaşkanının seçimi için özel toplantı yetersayısı olduğu (yani 367 üyenin TBMM’de hazır bulunması gerektiği) iddiasını derhal desteklediler. Yukarıda sebepleri açıklandığı gibi Sabih Kanadoğlu’nun bu iddiası yanlıştı ve dolayısıyla bu anayasa hukukçuları yanlış bir düşünceye destek vermiş oldular.

Şüphesiz yukarıda açıklandığı gibi her vatandaşın yanlış düşünceleri de savunma hakkı vardır. Ancak anayasa hukuku öğretim üyelerinin doğrusunu bilmekle yükümlü oldukları bir konuda apaçık yanlış bir iddiaya destek vermelerinin bilim etiği açısından savunulabilir bir yanı yoktur. Şüphesiz hukukta yorum farklılıkları her zaman olabilir. Ancak “interpretatio cessat in claris” özdeyişi[6] veya Mecellede ifade edildiği şekliyle “mevrid-i nasda içtihada mesağ yokdur” ilkesi[7] uyarınca apaçık durumlarda farklı yoruma yer yoktur. Apaçık bir konuda şu ya da bu sebeple farklı yorum yapmak akademik dürüstlük ile bağdaşmaz. Ergun Özbudun’un isabetle belirttiği gibi “hukuk biliminde ve uygulamasında dürüst yorum farkları her zaman görülebilir[8]. Ancak yukarıda açıkladığımız gibi, yukarıda bahsedilen 367 yorumunun, “dürüst yorum farklılığı” değil de, Özbudun’un aynı yazıda ima ettiği gibi “belli bir kesimin belli siyasal amaçlar doğrultusunda hukuk kurallarını çarpıtma gayreti[9] olup olmadığı fevkalâde tartışmalıdır.

Anayasa hukukçusu meslektaşlarımızın apaçık bir konuda yorum farklılığı varmış gibi gazetelere beyanat vermeleri bu konuda yazı yazmaları Türk anayasa hukuku doktrini açısından üzücü olmuştur. Vatandaşların anayasa hukukuna güveni sarsılmıştır. Vatandaşların gözünde [s.12] artık anayasa hukuku isteyenin istediği şeyi söyleyebileceği bir alan haline gelmiştir.

Şüphesiz bir anayasa hukukçusunun, şimdiye kadar farklı yorumlara konu olmamış bir Anayasa maddesinin hâkim yorumuna karşı çıkması her zaman mümkündür ve buna saygı gösterilmelidir. Ancak böyle bir karşı çıkışın zamanı ve yerine dikkat etmek gerekir. Böyle bir karşı çıkış, zaman bakımından, yumurta kapıya geldiğinde değil, aylar ve yıllar önce, hiçbir güncel siyasî menfaatle ilgili olmaksızın yapılmalıdır. İkinci olarak eğer bu karşı çıkış bir bilimsel karşı çıkış ise bunun yeri her hâlde gazeteler ve televizyon ekranları değil, akademik dergilerdir.

Nihayet Cumhurbaşkanının seçimi için toplantı yetersayısı olarak 367 sayısının gerektiği, dolayısıyla AKP’nin tek başına Cumhurbaşkanı seçemeyeceği iddiasını destekleyen anayasa hukuku öğretim üyelerinden bir kısmı, görevdeki Cumhurbaşkanı tarafından atanmış olan ve YÖK Başkanlığı, YÖK üyeliği ve Rektörlük gibi görevleri ifa eden kişilerdir ve bu kişilerin AKP tarafından bir Cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda görevlerine tekrar atanma ihtimalleri düşük olan kişilerdir. Dolayısıyla bu kişilerin yaptığı yorumların tarafsızlığı da baştan itibaren şüphelidir; çünkü görüş açıkladıkları konuyla ilgili kendilerinin doğrudan doğruya kişisel bir menfaatleri vardır. Yani ortada “menfaat çatışması (conflict of interest)” söz konusudur.

Kanımızca Sabih Kanadoğlu’nun 367 yorumuna destek veren anayasa hukukçuları hatalı davranmışlardır. Ortaya çıkan krizden sorumludurlar. O hâlde Türk anayasa hukukçularından bazılarının sınıfta kaldığını söyleyebiliriz.

Anayasa hukukçularından bazılarının sınıfta kaldığını söyledik. Ancak anayasa hukukçularının tek başına sınıfta kalmasının doğuracağı bir sonuç yoktur. Anayasa hukukçularından biri ve hatta hepsi belirli bir yönde görüş açıkladığı diye o şeyin hukuk âleminde bağlayıcılık kazanması mümkün değildir. Dolayısıyla ortaya çıkan krizden anayasa hukukçuları doğrudan doğruya sorumlu değildir. Bu konuda aslî sorumluyu aramamız gerekir. Krizin asıl sorumlusu, yani sınıfta asıl kalması gereken acaba Anayasa Mahkemesi mi? Şimdi onu görelim.

V. anayasa Mahkemesi mi sınıfta kaldı?

Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanının seçimine ilişkin olarak 27 Nisan 2007 tarihinde TBMM Genel Kurulunun toplantı yetersayısının 184 olduğuna ilişkin kararını, henüz yayınlanmamış olan 1 Mayıs 2007 tarih ve E.2007/45, K.2007/54 sayılı kararıyla iptal etmiştir. Yine Anayasa Mahkemesi aynı tarih ve E.2007/45 ve K.2007/21 sayılı kararıyla söz konusu TBMM kararının yürürlüğünün durdurulmasına karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesi bu kararı fevkalade yanlıştır. Çünkü bir kere yukarıda açıklandığı gibi toplantı yetersayı 367 değil, 184’tür. Ayrıca Anayasa Mahkemesinin böyle bir konuda karar vermeye, yani Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanı seçimi kararını denetlemeye yetkisi de yoktur. Çünkü:

1. TBMM’nin Cumhurbaşkanı seçme kararı, hukukî şekil bakımından, bir “kanun” değil, bir “parlâmento kararı”dır[10].

2. Parlâmento kararları ise, üç istisna (TBMM İçtüzüğü, yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararı, TBMM üyeliğinin düşmesi kararı) dışında Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenemez. Çünkü Anayasa [s.13] Mahkemesi görev ve yetkileri Anayasanın 148’inci maddesinde sınırlı bir şekilde sayılmıştır. Anayasamız 148’inci maddesinde Anayasa Mahkemesine parlâmento kararlarını denetleme yetkisini vermemiştir[11].

3. Ancak Anayasa Mahkemesi, bazı parlâmento kararlarını “içtüzük düzenlemesi niteliğinde” görüp denetleyebilmektedir. Anayasa Mahkemesinin bu içtihadı yanlıştır. Çünkü Anayasa Mahkemesi parlâmento kararlarına karşı açılmış iptal davalarında aslında bu parlâmento kararlarının İçtüzüğe uygun olarak alınıp alınmadıklarını denetlemektedir. Bir parlâmento kararının TBMM İçtüzüğüne aykırı olarak alınmış olabilir (ki Cumhurbaşkanı seçiminde böyle bir aykırılık da yoktu). Zira parlâmento kararının İçtüzüğün bir maddesine aykırı olarak alınmış olması, İçtüzüğün o maddesinin değiştirildiği veya yeni bir İçtüzük düzenlemesi yapıldığı anlamına gelmez. Böyle bir durumda olsa olsa İçtüzüğe bir aykırılık söz konusudur. Hukukun genel teorisinde bir düzenleyici işleme (norma) aykırı bir bireysel işlem (karar) yapılması, o düzenleyici işlemin (normun) değiştirildiği anlamına değil, o bireysel işlemin (kararın) o düzenleyici işleme (norma) aykırı olduğu anlamına gelir. Bunun aksinin düşünülmesi tüm hukuk mantığının tepetaklak edilmesi anlamına gelir. Nasıl fail suç teşkil eden bir fiiliyle ceza kanununun bir maddesini ihlâl ederek, ceza kanununun o maddesini değiştirmiş olmuyorsa, Türkiye Büyük Millet Meclisi de İçtüzüğün bir maddesini ihlâl ederek o maddeyi değiştirmiş olamaz[12].

Yukarıdaki üç nedenden dolayı Anayasa Mahkemesinin yapması gereken şey, Deniz Baykal ve arkadaşlarının yaptığı başvuruyu, yetkisizlik nedeniyle reddetmekten ibaretti.

4. Anayasa Mahkemesinin sadece iptal kararı değil, aynı zamanda yürürlüğü durdurma kararı vermiş olması da yanlıştır. Çünkü bir kere, Anayasada Anayasa Mahkemesine yürürlüğü durdurma kararı verme yetkisi veren bir hüküm yoktur[13]. İkinci olarak Anayasa Mahkemesinin yürürlüğü durdurma kararı verme yetkisinin olduğu bir an kabul edilse dahi, yürürlüğü durdurma şartları oluşmamıştır. Ergun Özbudun’un belirttiği gibi,

“yürürlüğü durdurma, ancak, kanun, kanun hükümlerinde kararname ve TBMM İçtüzüğü gibi sürekli olarak uygulanan işlemlerde söz konusu olabilir. Buradaki mantık, Anayasa uygunluğu konusunda ciddi şüpheler olan bir işlemin uygulanmaya devam etmesinin, telâfisi mümkün olmayan zararlara yol açabileceği düşüncesidir. Oysa, TBMM'nin bir seçim kararı gibi, o ana mahsus hüküm ifade eden, uygulanma sürekliliği olmayan, dolayısıyla yürürlüğü de söz konusu bulunmayan bir işlemin yürürlüğünün nasıl durdurulabileceğini anlamak, gerçekten güçtür. Bununla, cumhurbaşkanı seçimi sürecinin müteakip aşamalarına geçilmesinin durdurulması kastediliyorsa bu herhalde dünya anayasa yargısı tarihinde emsali görülmemiş bir durumdur”[14].

Görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesinin kararı yanlıştır. Anayasa Mahkemesi bu yanlış kararı vererek Tür anayasal sisteminin normal işleyişini bloke etmiş; ortaya ciddî bir anayasal kriz çıkarmıştır. Dolayısıyla bu krizin gerçek sorumlusu Anayasa Mahkemesidir. O hâlde bu makalenin başlığını oluşturan soruya cevabımızı verilim: Sınıfta kalan Anayasa Mahkemesidir. [s.14]

VI. Sınıfta KALMANIN müeyyideSİ NEDİR? anayasa MahkemesiNE KARŞI NE YAPILMALIDIR?

Görüldüğü gibi bu sınavda başarısız olan Anayasa Mahkemesidir. Normal şartlarda sınavda başarısız olmanın müeyyidesi sınıfta kalmak, o dersi bir kez daha tekrar etmektir. Ancak Anayasa Mahkemesi aynı dersten daha önce de pek çok defa sınıfta kalmıştır.

Örneğin Anayasa Mahkemesi 1990’lı yıllarda verdiği kararlarla[15], Anayasanın 91’inci maddesinde yazmadığı hâlde, TBMM’nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisinin verebilmesi için “ivedilik”, “zorunluluk” ve “önemlilik” olmak üzere üçte şart aramış ve böylece KHK çıkarma yolunu, bu yol Anayasayla hükümetlere tartışmasız olarak verilmiş olmasına rağmen kapatmıştır[16]. Yine Anayasa Mahkemesi 1991 yılında verdiği bir kararla[17] olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamelerinin yargısal denetimini yapmıştır[18]. Oysa Anayasamızın 148’inci maddesinin birinci fıkrasında açıkça “olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz” denmektedir. Yine aynı Anayasa Mahkemesi 1993 yılında Anayasa tarafından kendisine verilmemiş olmasına rağmen, kendisinin kanun ve KHK’ler hakkında “yürürlüğü durdurma kararı” verme yetkisine sahip olduğunu iddia etmiş ve o zamandan bu yana da anayasal dayanağı olmayan bu kararları verebilmiştir[19]. Anayasa Mahkemesi bu şekilde Anayasaya, Anayasada yazmayan yeni hükümleri fiilen eklemiş ve böylece normalde tali kurucu iktidara ait olan bir yetkiyi gasp etmiştir[20].

Anayasa Mahkemesinin sadece kararları değil, zaman zaman başkan ve başkanvekillerinin yaptığı basın açıklamaları da Anayasamızla çelişir durumdadır. Anayasamızın 153’üncü maddesinin ilk fıkrası “iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz” diyor. Oysa pek çok defa televizyonda Anayasa Mahkemesi Başkanının veya Başkanvekilinin “şu kanunu iptal ettik” diyerek basın açıklaması yaptığını görüyoruz. Oysa basın açıklamasıyla duyurulan iptal kararının henüz gerekçesi yazılı değildir ve muhtemelen de aylar ve hatta yıllar sonra yazılacak ve Resmî Gazetede yayınlanacaktır. Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin son iptal kararı da gerekçesi yazılmadan Başkanvekili [s.15] tarafından basın açıklaması yoluyla kamuoyunu duyurulmuştur. Acaba kendisinin Anayasanın bekçisi olduğunu iddia eden Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 153’üncü maddesinin ilk fıkrasına niçin uymuyor?

Anayasa koyucu Anayasaya istediği hükmü koysun, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi değişmedikçe Anayasada değişen bir şey olmayacaktır. Çünkü Anayasa Mahkemesi, Anayasa hükümlerini istediği gibi yorumlamaya kendisini yetkili görmektedir. O nedenle yapılması gereken şey, Mayıs 2007’de teşebbüs edilen ve bu satırların yazıldığı günlerde henüz sonuçlanmamış olan anayasa değişikliğinde olduğu gibi, Anayasa Mahkemesinin yanlış yorumladığı Anayasa maddesini yanlış yorumlamaya el vermeyecek şekilde tekrar kaleme almak değil, bir anayasa değişikliği yaparak Anayasa Mahkemesini kaldırmaktan ibarettir[21].

Kanımızca yapılması gereken şey, bir Anayasa değişikliği yoluyla, Anayasamızın 146-153’üncü maddelerini ilga ederek Anayasa Mahkemesini kaldırmak, Türkiye’de anayasa yargısına bir son vermektir. Bunun yapılması arzu edilmiyorsa hiç olmazsa, Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi tarzı değiştirilmelidir. Türkiye dışında Anayasa Mahkemesine parlâmentonun üye seçemediği başka bir demokratik devlet yoktur. Bütün Avrupa demokrasilerinde Anayasa Mahkemesi üyelerinin tamamı veya önemli bir kısmı parlâmento tarafından seçilmektedir[22]. Türkiye’de de bunu yapmak gerekir. Şu anki sistemde Anayasa Mahkemesi üyelerinin önemli bir kesimi başka hâkimler tarafından seçilen üçer adaydan birisinin Cumhurbaşkanı tarafından atanması şeklinde özetlenebilecek bir kooptasyon sistemidir. Böyle bir sistemin örneği batı demokrasilerinde yoktur.

SONUÇ

Geçtiğimiz Nisan ayının son, Mayıs ayının ise ilk günlerinde ülkemizde Cumhurbaşkanı seçimi dolayısıyla şahit olduğumuz anayasal krizin sorumlusu Anayasa Mahkemesidir. Bu sınavda Anayasa Mahkemesi başarısız olmuş ve sınıfta kalmıştır. Anayasa Mahkemesinin sınıfta kalması ilk değildir. Anayasa Mahkemesi geçmişte de daha pek çok defa sınıfta kalmıştır. Defalarca sınıfta kalan Anayasa Mahkemesini artık Türk anayasal sisteminden atmanın zamanı gelmiştir.

Yukarıda bahsedilen kriz vesilesiyle son olarak şunları da belirtelim:  Ülkemizde eskiden beri devam eden anti-demokratik bir gelenek var: Siyasal iktidarı sandıkta kaybedenler, iktidarı ele geçirmenin başka yollarını arıyorlar. Bir demokraside siyasal iktidarı ele geçirmenin yolu sadece ve sadece sandıktır. Sandıkta kaybedenlerin yapması gereken şey, halkı ikna ederek gelecek seçimleri kazanmaktan ibarettir. Ancak Türkiye’de bir siyasal akım bunu yapmamakta, halkın teveccühünü kazanarak iktidar olmaya çalışmak yerine, halkın temel eğilimlerine saldırmakta ve iktidarı halkın oylarıyla değil, başka yollarla ele geçirmeye çalışmaktadır. Bu başka yolların arasına son zamanlarda yargı ve özellikle de Anayasa Mahkemesi de dahil edilmiştir. [s.15] Bir demokrasi de iktidar olmanın yolu, ordudan, bürokrasiden veya son zamanlarda Türkiye’de olduğu gibi yargıdan ve özellikle Anayasa Mahkemesinden değil; halktan ve halkın temsilcilerinden geçer. Halk nezdinde yenilen bir siyasal akımın, iktidarı elinde tutmayı sürdürmeyi istemesi demokrasiyle uyum içinde değildir.

Sandıkta kaybedenlerin mahkeme önünde kazanmasını sağlamak veya diğer bir ifadeyle halk nezdinde haksız çıkanları, yargı organları önünde haklı çıkarmak için ileri sürülen bütün hukukî argümanlar, kaçınılmaz olarak birer hukukî hokkabazlıktan öte gidemeyeceklerdir.

Bir ülkede cumhurbaşkanının seçilmesi siyasî irade ile olur. Ne Türkiye’de, ne başka bir ülkede kimin cumhurbaşkanı olması veya kimlerin cumhurbaşkanı olmaması gerektiğini belirleyen bir hukukî kriter yoktur. Bir ülkede kimin cumhurbaşkanı olacağı sorunu, hukukîlik değil, yerindelik sorunudur. Yerindelik sorunları konusunda ise hâkimler değil, halk veya halkın temsilcileri karar verir. Türkiye’de bu hususun anlaşıldığı gün, hukukun siyasetle imtihanından hâkimler artık sınıfta kalmayacak ve Türkiye’de olduğundan yakınılan “hakimler hükümeti” de sona erecektir.


 

* Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi.

[1] Sabih Kanadoğlu, “AKP Tek Başına Seçemez”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2006.

[2] Kemal Gözler, Hukukun Genel Teorisini Giriş: Hukuk Normlarının Geçerliliği ve Yorumu Sorunu, Ankara, US-A Yayıncılık, 1998, s.186.

[3] Kemal Gözler, Devlet Başkanları: Bir Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku İncelemesi, Bursa, Ekin, 2001, s.54-62. Keza Kemal Gözler, “Cumhurbaşkanlarının Seçimi: Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku İncelemesi”, Terazi: Aylık Hukuk Dergisi, Yıl 2, Sayı 9, Mayıs 2007 , s.19-29.

[4]  Kemal Gözler, “Cumhurbaşkanının Seçimi Konusunda Zorunlu Bir Açıklama”, <http://www.anayasa.gen.tr/cb-secimi.htm> (Konuluş tarihi: 3 Mayıs 2007).

[5] Ergun Özbudun, “Cumhurbaşkanı Seçimi ve Anayasa”, Zaman, 17 Ocak 2007.

[6] Pierre Gridel, Notions fondamentales de droit et droit français, Paris, Dalloz, 1992, s.556.

[7] Söz konusu ilke, Mecellenin 14’üncü maddesidir. Bu maddenin açıklanması için bkz.: Ali Haydar Efendi, Dürerü’l Hükkam Şerhu Mecelleti’l-Ahkam, Yazı Çevrimi: Raşit Gündoğdu ve Osman Erdem, İstanbul, Osmanlı Yayınevi – Gül Neşriyat, tarihsiz (2006?),Cilt 1, s.43-44.

[8]  Ergun Özbudun, “Cumhurbaşkanı Seçimi ve Anayasa”, Zaman, 17 Ocak 2007.

[9] Ibid.

[10] “Parlâmento kararları”nın ne olduğu konusunda bilgi edinmek için Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Bursa, Ekin Kitabevi, 4. Baskı, s.309-317’e bakılabilir. Aynı metne http://www.anayasa.gen.tr/parlamento-karari.htm adresinden de ulaşılabilir.

[11] Anayasa Mahkemesinin yukarıdaki üç istisna dışında parlâmento kararlarının niçin denetleyemeyeceği konusunda daha fazla bilgi için Gözler, Türk Anayasa Hukuku, op.cit., s.384-398’e bakılabilir. Aynı metne http://www.anayasa.gen.tr/pk-denetim-uzun.htm den de ulaşılabilir.

[12] Bu konuda daha fazla açıklama için bkz.: Gözler, Türk Anayasa Hukuku, op.cit., s.396-398. Aynı metne http://www.anayasa.gen.tr/ictuzuk-niteligi.htm adresinden de ulaşabilirsiniz.

[13] Bu konuda bkz. Gözler, Türk Anayasa Hukuku, op. cit., s.970-981.

[14] Ergun Özbudun, “Anayasa Mahkemesi ve Demokrasi”, Zaman, 3 Mayıs 2007.

[15] Örneğin Anayasa Mahkemesi, 1 Şubat 1990 Tarih ve E.1988/64, K.1990/2 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 26, s.63; Anayasa Mahkemesi, 6 Şubat 1990 Tarih ve E.1988/62, K.1990/3 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı, 26, s.103; Anayasa Mahkemesi, 16 Eylül 1993 Tarih ve E.1993/26, K.1993/28 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 29, Cilt 1, s.331.

[16] Anayasa Mahkemesi bu içtihadının açıklanması ve eleştirisi için bkz.: Kemal Gözler, Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukukî Rejimi, Bursa, Ekin, 2000, s.80-100.

[17] Anayasa Mahkemesi, 10 Ocak 1991 Tarih ve E.1990/25, K.1991/1 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 27, Cilt 1, s.102. Aynı gerekçe Anayasa Mahkemesi, 3 Temmuz 1991 Tarih ve E.1990/6, K.1990/20 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 27, Cilt 1, s.400’de de yer almıştır.

[18] Anayasa Mahkemesinin bu kararının eleştirisi için bkz.: Gözler, Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukukî Rejimi, op.cit., s.214-230.

[19] Anayasa Mahkemesi yürürlüğü durdurma konusundaki içtihadının eleştirisi konusunda bkz.: Gözler, Türk Anayasa Hukuku, op.cit., s.970-975.

[20] Anayasa Mahkemesinin Türkiye’de tali kurucu iktidarı, yani anayasayı değiştirme iktidarını nasıl gasp ettiği konusunda açıklamalar ve Anayasa Mahkemesinin bu hukuka aykırı uygulamasının eleştirisi için bkz. Gözler, Türk Anayasa Hukuku, op.cit., s.970-975; Gözler, Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukukî Rejimi, op.cit., s.97-100.

[21] Zaten anayasa yargısının meşruluğu sorunu, sadece bizde değil, Dünyanın başka ülkelerinde de teorik olarak tartışmalıdır. Bu konuda bkz.: Kemal Gözler, “Anayasa Yargısının Meşruluğu Sorunu", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 61, Sayı 3, Temmuz-Eylül 2006, s.131-166.  < http://www.anayasa.gen.tr/mesruluk.htm  >

[22] Çeşitli ülkelerde Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçilmesi usûlü konusunda bkz.: Kemal Gözler, “Anayasa Mahkemesi Üyelerinin Seçilmeleri: Bir Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku İncelemesi”, < http://www.anayasa.gen.tr/aym-uyesecimi.htm >.

 

 


Copyright

(c) Kemal Gözler. 2007. Bu sayfaya izin almadan link verilebilir. Ancak, bu web sayfası, önceden izin almaksızın ne suretle olursa olsun, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, tekrar yayınlanamaz, dağıtılamaz, başka internet sitelerine metin olarak konulamaz. İzin için kgozler[at]hotmail.com adresine başvurunuz. 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 3 Mart 2004 tarih ve 4630 sayılı kanunla değişik 71 ve 72’nci maddeleri, bir fikir ve sanat eserini herhangi bir yöntemle çoğaltanları, dağıtanları, satanları, elinde bulunduranları, paraya çevrilmeksizin, 2 (iki) yıldan 4 (dört) yıla kadar hapis cezası veya 50.000 YTL'den 150.000 YTL'ye  kadar ağır para cezasıyla veya zararın ağırlığı dikkate alınarak bunların her ikisiyle birden cezalandırmaktadır.

Alıntılar (İktibas) Konusunda Açıklamalar

Bu çalışmadan yapılacak alıntılarda (iktibaslarda) 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 35’inci maddesinde öngörülen şu şartlara uyulmalıdır: (1) İktibas, bir eserin “bazı cümle ve fıkralarının” bir başka esere alınmasıyla sınırlı olmalıdır (m.35/1). (2) İktibas, maksadın haklı göstereceği bir nispet dahilinde ve münderecatını aydınlatmak maksadıyla yapılmalıdır (m.35/3). (3) İktibas, belli olacak şekilde yapılmalıdır (m.35/5) [Bilimsel yazma kurallarına göre, aynen iktibasların tırnak içinde verilmesi ve iktibasın üç satırdan uzun olması durumunda iktibas edilen satırların girintili paragraf olarak dizilmesi gerekmektedir]. (4) İktibas ister aynen, ister mealen olsun, eserin ve eser sahibinin adı belirtilerek iktibasın kaynağı gösterilmelidir (m.35/5). (5) İktibas edilen kısmın alındığı yer belirtilmelidir (m.35/5).

5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 3 Mart 2004 tarih ve 4630 sayılı kanunla değişik 71’inci maddesinin 4’üncü fıkrası, 35’inci maddeye aykırı olarak “kaynak göstermeyen veya yanlış yahut kifayetsiz veya aldatıcı kaynak” göstererek iktibas yapan kişileri, 2 (iki) yıldan 4 (dört) yıla kadar hapis cezası veya 50.000 YTL'den 150.000 YTL'ye  kadar ağır para cezasıyla veya zararın ağırlığı dikkate alınarak bunların her ikisiyle birden cezalandırmaktadır.

Ayrıca Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 18 Şubat 1981 tarih ve E.1980/1, K.1981/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre kararına göre, “iktibas hususunda kullanılan eser sahibinin ve eserinin adı belirtilse bile eser sahibi, haksız rekabet hükümlerine dayanarak Borçlar Kanununun 49. maddesindeki koşulların gerçekleşmesi halinde manevi tazminat isteyebilir”.

Yukarıdaki şartlara uygun olarak alıntı yapılırken bu çalışmaya şu şekilde atıf yapılması önerilir:

Kemal Gözler, “Hukukun Siyasetle İmtihanı: Kim Sınıfta Kaldı?", Türkiye Günlüğü, Sayı 89, Yaz 2007, s.5-16.<www.anayasa.gen.tr/kim-sinifta-kaldi.htm> (20 Eylül 2007)

 


 

Editör: Kemal Gözler

E.mail: kgozler[at]hotmail.com

Ana sayfa: www.anayasa.gen.tr

Bu sayfa: www.anayasa.gen.tr/kim-sinifta-kaldi.htm

Konuluş Tarihi: 20 Eylül 2007