Türkiye’de hukuk, zaman zaman siyasetle imtihan ediliyor ve maalesef hep sınıfta kalıyor. Sınıfta kalmanın son örneğine geçen Mayıs ayında, Yüksek Seçim Kurulunun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal eden 6 Mayıs 2019 tarih ve 4219 sayılı kararı (1) dolayısıyla şahit olduk.
Hukukun siyasetle imtihan edilmesi kötü bir şey. Hukukun bu imtihanda kalması ise daha da kötü bir şey. Bu nedenle bu imtihanın da ve bu imtihanda kalmanın da bedeli olur. Bu bedeli sadece sınıfta kalan hukuk değil, onu kendisiyle imtihana girmek zorunda bırakan siyaset de öder.
Burada hukukun siyasetle imtihanı, bu imtihanda hukukun sınıfta kalması ve hukukun da siyasetin de neticede bunun bedelini ödemesi olgusunu biri yeni, diğeri eski iki örnek üzerinden açıklamak isterim.
Yüksek Seçim Kurulunun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal eden 6 Mayıs 2019 tarih ve 4219 sayılı kararı (2), Türkiye’de hukukun sınıfta kalması olgusuna örnek teşkil eden en yeni olaydır.
Türkiye’de hukuk, 6 Mayıs 2019 günü sınıfta kalmıştır.
Bunun bir yandan sınıfta kalan hukuk, diğer yandan da hukuku girmemesi gereken bir sınava sokan güçler üzerinde sonuçları olacaktır. Bunun siyasal sonuçları kısmen de olsa görülmeye başlanmıştır.
Kısaca hatırlatalım: 31 Mart 2019 mahallî idareler seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yapılan seçimde İstanbul İl Seçim Kurulunun birleştirme tutanaklarına göre, CHP adayı Ekrem İmamoğlu, 4.169.765; AKP adayı Binali Yıldırım ise 4.156.036 oy aldı (aradaki fark 13.729) ve seçildiğine ilişkin mazbata İl Seçim Kurulu tarafından Ekrem İmamoğlu’na verildi. AKP’nin başvurusu sonucunda Yüksek Seçim Kurulu, 6 Mayıs 2019 tarih ve 2019/4219 sayılı kararıyla 31 Mart 2019 tarihinde yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptaline ve seçimin yenilenmesine, 4’e karşı 7 oyla karar verdi (3).
YSK’nın kararı uyarınca yeni seçimler, 23 Haziran 2019 tarihinde yapılmış ve seçimlerde CHP adayı Ekrem İmamoğlu, 4.742.082 oy (% 54,22), AKP adayı Binali Yıldırım 3.936.068 oy (% 45,00) almıştır (4).
İmamoğlu ile Yıldırım arasında oy farkı, İmamoğlu lehine 13.729’dan 806.014’e çıkmıştır. Görüldüğü gibi AKP, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal ettirmek için YSK’ya başvurmasının bedelini ağır bir şekilde ödemiştir.
Hukukun siyasetle imtihanı ve sınıfta kalması olgusuna YSK’nın 6 Mayıs 2019 tarihli kararı örnek teşkil etse de bu örnek yenidir ve henüz bu imtihanın ve sınıfta kalmanın bütün sonuçları ortaya çıkmamıştır.
Elimizde hukukun siyasetle imtihanı ve sınıfta kalması olgusu için çok daha güzel bir örnek olay var: Anayasa Mahkemesinin 1 Mayıs 2007 tarihli “367 kararı”. Üstelik bu örneğin üzerinden 12 yıl geçmiş ve sınıfta kalmanın bütün sonuçları da ortaya çıkmıştır. Şimdi Türkiye’de 2007 yılında hukukun nasıl sınıfta kaldığını görelim:
2007 yılını kısaca hatırlayalım: Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 16 Mayıs 2007’de sona eriyordu. Anayasamızın 102’nci maddesinin ilk şekline (1982-2007) göre, Cumhurbaşkanı TBMM tarafından seçiliyordu. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için, bir adayın ilk iki turda TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğunu (367 oy), üçüncü turda ise üye tamsayısının salt çoğunluğunu (276 oy) alması gerekiyordu.
O dönem AKP’nin TBMM’de 350’den fazla milletvekili vardı; dolayısıyla ilk iki turda olmasa bile üçüncü turda kendi adayını rahatça Cumhurbaşkanı seçtirebilecek güçteydi.
O günlerde AKP’nin adayı Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için TBMM’nin Cumhurbaşkanı seçmek üzere ancak 367 milletvekiliyle toplanabileceği, yani bu seçim için toplantı yetersayısının 184 değil, 367 olduğu iddiası ortaya atıldı. O zaman TBMM’de grubu bulanan Deniz Baykal liderliğinde CHP ve Erkan Mumcu liderliğinde ANAP, bu iddiayı benimseyerek, Cumhurbaşkanlığı seçimi için TBMM'de 27 Nisan 2007 Cuma yapılan ilk tur oylamaya katılmadılar. Bu nedenle TBMM Genel Kurulu, 367 değil, 361 milletvekili ile toplandı ve Cumhurbaşkanı seçimi için ilk tur oylamayı yaptı. İlk turda AKP’nin desteklediği Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül, 357 oy aldı (5). Bu sayı, ilk turda Cumhurbaşkanı seçilebilmek için gerekli olan üye tamsayısının üçte iki çoğunluğun altında olduğu için ilk turda Cumhurbaşkanı seçilememiş oldu ve TBMM, 2 Mayıs 2007 tarihinde ikinci tur oylamayı yapmak üzere toplantısına ara verdi.
Ne var ki, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve arkadaşları, TBMM’nin 27 Nisan 2007 tarihli Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin yaptığı ilk tur oylamanın iptali istemiyle aynı gün Anayasa Mahkemesine başvurdular. Anayasa Mahkemesi de, görülmemiş bir hızla, 3 gün içinde, 1 Mayıs 2007 tarih ve E.2007/45, K.2007/54 sayılı kararıyla, “367 tezi”ne itibar ederek, Cumhurbaşkanı seçiminde ilk tur oylamada toplantı yetersayısının 367 olması gerektiği gerekçesiyle TBMM Genel Kurulunda Cumhurbaşkanının seçimine ilişkin 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan oylamayı 2’ye karşı 9 oyla iptal etti (6). Bu karar, anayasa tarihimize “367 kararı” olarak geçti.
Anayasa Mahkemesinin bu kararı neticesinde, TBMM’nin Cumhurbaşkanı seçmek üzere toplanabilmesi için Genel Kurulda 367 milletvekilinin bulunması şartı ortaya çıktı. CHP ve ANAP’ın Genel Kurula gelmemesi ve dolayısıyla TBMM’nin 367 milletvekili ile toplanamaması nedeniyle, TBMM’de birinci ve ikinci tur oylamalar yapılamamıştır. Normalde üçüncü turda rahatça Cumhurbaşkanı seçme imkanına sahip AKP (o zaman 350’den fazla milletvekiline sahip idi), birinci ve ikinci tur oylamalar yapılamadığı için Cumhurbaşkanı seçememiştir.
AKP ortaya çıkan krizi kendi lehine çözmek ve Anayasa Mahkemesinin “367 kararı”na bir tepki olarak iki şey yaptı: 1) TBMM seçimlerinin yenilenmesi için teklif verdi. 2) Cumhurbaşkanının TBMM tarafından değil, doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesine ilişkin Anayasa değişikliği teklifinde bulundu. AKP’nin her iki teklifi de TBMM tarafından kabul edildi.
1. TBMM, 3 Mayıs 2007 tarih ve 891 sayılı kararıyla milletvekili seçimlerinin yenilenmesine karar verdi (7). Erken genel seçimler, 22 Temmuz 2007 günü yapıldı. AKP, geçerli oyların % 46’sını alarak (8) oylarını önceki seçimlere göre % 12 oranında artırdı. AKP’nin oy oranının % 34’ten % 46’ya çıkmasına yol açan güçlerden ikisi hiç şüphesiz, CHP ve “367 kararı”nı veren Anayasa Mahkemesinin çoğunluk üyeleridir. AKP’nin oyunun % 12 oranında artırması, Anayasa Mahkemesinin “367 kararı”nın birinci sonucudur.
İlave edelim: 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra toplanan TBMM, Anayasa Mahkemesinin koyduğu 367 şartına takılmadan, birinci ve ikinci tur oylamaları 367'yi aşan üyenin katılımıyla yaptıktan sonra, 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan üçüncü tur oylamada sorunsuz bir şekilde Abdullah Gül’ü 339 oyla Cumhurbaşkanı seçti (9) ve aynı gün Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı olarak yemin ederek görevine başladı (10). Dolayısıyla CHP’nin “367 tezi” ve Anayasa Mahkemesinin “367 kararı”, neticede bir işe yaramadı ve Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için çok çalıştıkları Abdullah Gül, dört ay sonra Cumhurbaşkanı seçildi.
2. TBMM, AKP’nin verdiği Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören Anayasa değişikliği teklifini de 31 Mayıs 2007 tarih ve 5678 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunuyla kabul etti. Daha sonra bu Kanun, 21 Ekim 2007 tarihinde halkoylamasında geçerli oyların % 68,95’iyle (yanlış okumadınız yüzde altmış sekiz virgül doksan beşiyle!) kabul edildi (11). Böylece Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği bir hükûmet sistemi, yani bir “yarı başkanlık sistemi”, anayasal sistemimize girmiş oldu.
İçinde bulunduğumuz ve şikayetçisi olduğumuz “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”nin temel unsuru olan Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi usûlü, Türkiye’ye 2017 yılında değil, 2007 yılında, 31 Mayıs 2007 tarih ve 5678 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunuyla girmiştir. 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunuyla kurulan “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”, 2007’de başlatılan bir sürecin devamıdır. Bu süreç 2007’de başlamasaydı, zannımca, 2017’de tamamlanamazdı.
Türkiye’de hükûmet sistemi değişikliğinin müsebbibi, 367 tezine itibar edip, TBMM’de birinci tur oylamaya katılmamak ve Anayasa Mahkemesine başvurmak suretiyle AKP’ye Cumhurbaşkanı seçtirmeyen CHP ve “367 kararı”nı veren dönemin Anayasa Mahkemesinin çoğunluk üyeleridir. Türkiye’de hükûmet sistemi değişikliği, Anayasa Mahkemesinin meşhur “367 kararı”nın ikinci sonucudur.
CHP ve dönemin Anayasa Mahkemesinin çoğunluk üyeleri, 2007’de vahim bir hata yapmışlardır. Bu vahim hatanın bedelini CHP de, Anayasa Mahkemesi de en ağır şekilde ödemiştir. CHP’nin ödediği bedelin ayrıntılarına girmek benim uzmanlık alanımın dışında kalır. Ancak Anayasa Mahkemesinin ödediği bedel konusunda bir iki şey söyleyebilirim:
2007 krizinden üç yıl sonra kabul edilen 7 Mayıs 2010 tarih ve 5982 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunuyla Anayasa Mahkemesinin yapısı ve üye seçim usûlü çok büyük ölçüde değiştirilmiştir. Bu değişiklikler sonucunda, 2007’de “367 kararı”nı veren Anayasa Mahkemesinin çoğunluk üyelerinin profilinde üyelerin artık Anayasa Mahkemesine seçilme imkân ve ihtimali kalmamış ve Anayasa Mahkemesi iktidar karşısında bağımsızlığını çok büyük ölçüde yetirmiştir. Artık ortada oldukça uysal bir Anayasa Mahkemesi vardır.
Anayasa Mahkemesi geçmişte işlediği günahların bedelini ödüyor. Acıdır ki, bu bedeli sadece Anayasa Mahkemesi değil, bütün Türkiye ödüyor; çünkü Anayasa Mahkemesinin anayasal sistem içinde ifa etmesi gereken fonksiyonu ifa edememesi, sadece kurumsal olarak Anayasa Mahkemesine değil, Türk anayasal sisteminin bütününe zarar veriyor.
CHP’nin 367 tezi ve bu teze uyarak karar veren dönemin Anayasa Mahkemesinin “367 kararı”, vahim hukukî hatalarla doludur. Bu tezi ve bu tezi uygulayan Anayasa Mahkemesinin “367 kararı”nı, Anayasa Mahkemesinin kararının açıklandığı gün olan 3 Mayıs 2007 tarihinde anayasa.gen.tr’de yayınladığım “Cumhurbaşkanının Seçimi Konusunda Bir Açıklama” başlıklı makalemde (12) ve bir iki ay sonra yayınladığım “Hukukun Siyasetle İmtihanı: Kim Sınıfta Kaldı?” başlıklı makalemde (13) ve şiddetle eleştirmiş ve 367 tezinin ve keza Anayasa Mahkemesinin 367 kararının hukuken neden yanlış olduğunu etraflıca açıklamıştım. Bu konuda bu iki makaleme bakılabilir.
“Hukukun Siyasetle İmtihanı: Kim Sınıfta Kaldı?” başlıklı makalemin sonuç bölümünde şunları yazmıştım:
“Tarih tekerrürden ibarettir” derler. Yukarıdaki cümleleri 2007’de CHP ve dönemin Anayasa Mahkemesi için söylemiştim. Şimdi aynı sözleri AKP ve YSK için tekrarlayabiliriz.
Hukukun siyasetle imtihan edildiği her durumda maalesef hukuk sınıfta kalıyor. Bunun başlıca iki sebebi olabilir: Ya hâkimlerin bağımsızlık duygusu zayıf, ya da hâkimler bağımsızlıklarına korumak konusunda yeterince cesur değiller. Vakıa şu ki, hâkimlerde bağımsızlık duygusunun gelişmediği bir ülkede, hukukun siyaset karşısında başarılı bir sınav vermesi mümkün değildir. Yine bu imtihanda başarı, hâkimlerin cesaretine emanet edildikçe, hukukun bu imtihandan başarıyla çıkması ihtimali düşüktür.
Asıl yanlış olan şey, hukukun siyasetle imtihana sokulmasıdır. Sınıfta kalmanın sorumlusu, sadece sınıfta kalan hâkimler değil, aynı zamanda hâkimleri girmemeleri gereken bir sınava sokan siyasetçilerdir.
26 Temmuz 2019