TÜRK ANAYASA HUKUKU SİTESİ

www.anayasa.gen.tr

 

 

 

Kemal Gözler, "Devletin Bir Unsuru Olarak 'Millet' Kavramı", Türkiye Günlüğü, Sayı 64, Kış 2001, s.108-123. (www.anayasa.gen.tr/millet.htm; 1.5.2004).

 

Makalenin dergide yayınlandığı sayfa numaraları aşağıda metin içinde (s.XXX) şeklinde gösterilmiştir.

 

(s.108)

Türkiye Günlüğü, Sayı 64, Kış 2001, s.108-123.

DEVLETİN BİR UNSURU OLARAK “MİLLET” KAVRAMI

 

 

 

                       Kemal Gözler*

*Doç.Dr. Uludağ Üniversitesi İktisadî ve
İdarî Bilimler Fakültesi öğretim üyesidir

 

Bilindiği gibi devletin üç unsuru vardır: “Millet”, “ülke” ve “egemenlik”. Burada devletin bir unsuru olan “millet” incelenecektir.

I. Genel Olarak

Bir devletin kurulabilmesi için gerekli olan ilk şey “insan topluluğu (population)”dur. İnsanlar olmaksızın bir devletin kurulması mümkün değildir. İnsansız devlet olmaz. İnsan topluluğu devletin beşerî unsurudur. “İnsan topluluğu” unsurunu ifade etmek için, “ahali”, “tebaa”, nüfus”, “halk” gibi değişik terimler kullanılıyorsa[1] da biz “millet” terimini kullanacağız.

İnsan Topluluğunun Niceliği Sorunu[2].- Bir kişinin tek başına bir devlet kurması mümkün değildir. O halde bir devletin kurulabilmesi için birden fazla insana ihtiyaç vardır. Peki ama bir devletin kurulabilmesi için en az kaç kişiye ihtiyaç vardır? Bugün bu soruya bir cevap vermek mümkün değildir. Bir tarafta on-onbeş bin nüfuslu Andorra, Saint-Marin, Kiribatu, Nauru Tuvalu gibi küçük devletler, diğer tarafta nüfusu yüz milyonlarla ifade edilen Çin ve Hindistan gibi devletler vardır. Mühim olan belli bir toprak parçası üzerinde belli bir insan topluluğunun egemen olmasıdır. On bin kişilik bir topluluk belli bir toprak parçası üzerinde egemen olmuş ve egemenliğini sürdürebiliyorsa orada devlet vardır. Ama 10 milyon kişilik bir insan topluluğu belli bir toprak parçası üzerinde egemen olamıyorsa onlar devlet oluşturamazlar.

Diğer yandan şu soru da sorulabilir: İnsan unsurunda üst sınır var mıdır[3]? Daha açıkçası, yeryüzündeki bütün insanları içeren bir devlet, bir “Dünya devleti” kurulabilir mi? Bu soruya teorik olarak olumlu yanıt verilebilir. Ancak bunun pratikte imkânsız derecede güç olacağı ortadadır. (s.109) Zira, bütün insanları egemenliği altına alabilecek bir otoritenin oluşması zayıf bir ihtimaldir. Diğer yandan, böyle bir “Dünya devleti”nin varlığı, yeryüzünün tamamıyla tek bir devletin ülkesi olması anlamına gelir ki, yeryüzünün tamamının bir devlet tarafından egemenliği altına alınabilmesi de düşük bir ihtimaldir. Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, tek bir insan topluluğu, tek bir ülke ve aynı zamanda tek bir egemenlik demektir. Egemenlikten ise her şeyden önce devletin dışa karşı bağımsızlığı anlaşılır. Böyle bir Dünya devletinde, başka bir devlet olmayacağına göre, devletin dış egemenliği anlamsız kalacaktır. Bu nedenle bugünkü anlayışımız açısından böyle bir devletin kurulması mümkün değildir. Keza böyle bir sistemde başka devletler ile ilişkiler olmayacağına göre, uluslararası hukuk da olmayacaktır. Böyle bir devletin, kurgusal olarak, ancak “uzaylı düşmanlar”ın ortaya çıkması neticesinde mümkün ve anlamlı olabileceği düşünülebilir.

İnsan Topluluğunun Niteliği Sorunu.- Devletin beşerî unsuru, insan topluluğudur. İnsan topluluğu ise aslında bir arada bulunan insanlar demektir. Ancak, insanların bir arada bulunması, onların otomatik olarak devlet kuracakları veya devletin bir unsurunu oluşturdukları anlamına gelmez. Zira, insanlar, her yerde ve her devirde genellikle hemcinsleriyle birlikte yaşamışlardır. Ancak bu insanlar her yerde ve her devirde bir devlet kuramamışlardır. Sadece belli bir niteliğe sahip olan insan toplulukları devlet kurmayı başarabilmişlerdir. Bu nitelik, insan topluluğunu meydana getiren bireylerin birbirine bağlı olmasıdır.

Diğer bir ifadeyle, bir arada yaşayan insanların bir devlet kurabilmeleri için, bu insanların birtakım bağlar ile birbirine bağlanmış olmaları gerekir. Aksi taktirde, bu insan topluluğu bir devlet kuramaz; olsa olsa bir “sürü” oluştururlar. Tarihte ve günümüzde bir devlet kuramamış, “sürü” halinde kalmış insan toplulukları her zaman olmuştur. Bir insan topluluğunun sürü olmaktan çıkıp bir devlet kurabilmesi için, bu topluluğu oluşturan insanların birbirlerine birtakım bağlar ile bağlanmış olması gerekir. İşte biz, birbirlerine birtakım bağlar ile bağlanmış insanlardan oluşmuş topluluğa millet deriz. O halde, belli bir insan topluluğunun bir devlet kurabilmesi için “millet” niteliğinde olması gerektiğini söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle, ancak, millet niteliğine sahip insan toplulukları bir devlet kurabilirler. Bir insan topluluğu millet niteliğine henüz kavuşamamışsa, o insan topluluğunun devlet kurması söz konusu olamaz. Keza, mevcut bir devletin insanları arasındaki bağlar zamanla gevşer ve artık bu insan topluluğu millet niteliğini kaybetmeye başlarsa, bu devletin yakında yıkılabileceğini veya parçalanabileceğini söyleyebiliriz. O halde, devletin bir unsuru olan insan topluluğunun millet niteliğine sahip olması ve bu niteliğini zaman içinde koruması fevkalâde önemlidir. Bu nedenle, “millet” kavramına özel bir önem vermek gerekir.

II. Millet Kavramı 

Yukarıda “millet (nation)”i, birbirlerine birtakım bağlar ile bağlanmış insanlardan oluşmuş bir topluluk olarak tanımlamıştık. Şimdi bu bağların ne tür bağlar olduğunu görelim. Diğer bir ifadeyle, alelade bir insan topluluğunu millet haline getiren faktörlerin neler olduğunu inceleyelim. Bu faktörler objektif ve sübjektif nitelikte olabilir. İnsanları birbirine bağlayan bağların yani milleti oluşturan faktörlerin niteliğine göre, iki değişik millet anlayışı vardır. Objektif millet anlayışı ve sübjektif millet anlayışı[4]. Objektif millet anlayışına göre, milleti oluşturan insanlar birbirine, objektif, yani elle tutulur, gözle görülür nitelikteki bağlar ile bağlanır. Buna karşılık, sübjektif millet anlayışına göre, milleti oluşturan insanlar birbirine sübjektif nitelikte olan bağlarla da bağlanabilir. Açıkçası, objektif millet anlayışına göre insan topluluğu millet haline birtakım objektif faktörlerin etkisiyle dönüşür. Sübjektif millet anlayışına göre ise, bu dönüşme sübjektif faktörlerin etkisiyle de olabilir.  (s.110)

 A. Objektif Millet Anlayışı

Objektif anlayışa göre millet, birtakım objektif bağlar ile birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bu bağlar maddî, yani elle tutulur, gözle görülür, kısacası beş duyuyla hissedilir niteliktedir. Irksal bağlar bu niteliktedir. Zira, ırk, insanların gözle görülebilen objektif bir özelliğidir. Dil bağı da objektif nitelikte bir bağdır. Zira, dil insan seslerinden oluşmuştur. Bu sesler dış dünyada algılanabilirler; yani maddî (objektif) niteliktedirler. Din ise inanç ve ibadetten oluşur. Şüphesiz insanların inancı objektif nitelikte bir şey değildir. İnanç psişik bir olgudur. Bu nedenle, ilgili kişinin kendisi açıkça kendisinin hangi inançta olduğunu beyan etmedikçe, dinin inanç veçhesi beş duyumuzla algılanabilir bir şey değildir. Ancak dinin ikinci veçhesi olan ibadet, tamamıyla objektif bir unsurdur. İbadet genellikle gözle görülen bir insan fiilidir. İbadet eden insanlar söz konusu olduğunda, ibadetin biçimine bakılarak kimin hangi dinden ve hatta yerine göre kimin hangi mezhepten olduğu söylenebilir. Eğer milleti oluşturan, insanları birbirine bağlayan bağ, din birliği veya belirli bir din içinde mezhep birliği ise ortada bir objektif millet anlayışı vardır. Şimdi insanları birbirine bağlayan objektif bağlar olarak ırk, dil ve din birliği bağlarını görelim.

1. Irk Birliği [5]

Irk birliğini esas alan görüşe göre, insan topluluğunu millet haline getiren şey, bu insanlar arasındaki ırk birliğidir. Diğer bir ifadeyle, millet, aralarında ırk birliği olan insanların oluşturduğu bir topluluktur. Dolayısıyla, insanların bir “millet” oluşturabilmesi ve dolayısıyla bir devlet kurabilmesi için aynı ırktan olmaları gerekir. Bu görüşe göre, “damarlarında geçmiş zamanların karanlıklarına gömülmüş müşterek ataların kanı dolaşan ve aynı soy kökünden gelen insanlar, nerede doğarsa doğsun ve yaşarsa yaşasın aynı bir millet teşkil ederler”[6].

Bu görüşte büyük bir hakikat payı vardır[7]. Geçmişte ve günümüzdeki devletlerin önemli bir kısmında grosso modo ırk birliği vardır. Irk bakımından homojen bir toplum üzerinde kurulu bir devletin daha sağlam temeller üzerine kurulu olduğu düşünülebilir. Beşerî unsuru değişik ırklardan oluşmuş devletlerin daha az istikrarlı oldukları, bir krizle karşılaştıklarında, ırksal bütünlüğe sahip devletlere nazaran bu krizi çok zor atlattıkları ve hatta parçalandıkları gözlemlenmektedir.

Irk birliği teorisine göre, bir devlet, başka bir devletin egemenliği altında yaşayan ırktaşlarını o devletin egemenliğinden kurtarmalı ve nihayet ırktaşlarının yaşadığı bütün toprakları zaptetmelidir. Bu görüş dışa karşı yayılmacı, emperyalist bir devlet anlayışına vücut verir. Diğer yandan, ırk birliği teorisine göre, devletin vatandaşı olan, ama o ırka mensup olmayan kişilerden devletin kurtulması gerekir. Bu görüş ise içte, tehcirci veya soykırımcı politikaların uygulanmasına yol açar. Almanya’da Nazi döneminde her iki görüş de uygulamaya konulmuştur. Alman ırkından olanların yaşadığı ve o zamanki Almanya sınırları dışında kalan yerler, Naziler tarafından zaptedilmiş ve tüm Almanları birleştiren bir devlet kurulmaya çalışılmıştır. Diğer yandan Almanya’nın kendi içinde bulunan ve Alman vatandaşı olmakla birlikte Alman ırkından olmayan Yahudiler ve Çingenelerden jenosit dahil çeşitli uygulamalarla kurtulmaya çalışılmıştır.

Irk birliği görüşünün birtakım tehlikeli sonuçları bir yana, bu görüşün yüzde yüz doğru olduğu söylenemez. Öncelikle ırk bakımından homojen olmayan birçok devlet vardır. Diğer yandan, günümüzde, Ortadoğu ve Avrupa ülkelerinde saf ırklardan ziyade melez ırklar vardır. Bu coğrafyada iki komşu devletin beşerî unsuru arasında gözle görülen apaçık ırk farklılıkları ihdas etmek genellikle çok zordur. Bir Türk ile Yunan, bir Yunan ile Makedon, bir Makedon ile bir Bulgar, bir Bulgar ile Romen, bir Romen ile Sırp, bir Sırp ile Macar, Bir Macar ile Çek, bir Çek ile Alman arasında gözle görülebilen apaçık ırk farklılıklarının olduğunu söylemek zordur. Bu  (s.111) coğrafyada yüzyıllar boyunca ırklar birbirleriyle şu ya da bu şekilde karışmıştır. Böyle ülkelerde mühim olan, biyolojik olarak bir bireyin hangi ırktan olduğu değil, bireyin kendisini hangi ırktan hissettiğidir. Biyolojik olarak X ırkına mensup olan biri, kendini Y ırkından görebilir ve Y ırkının ayrı bir devlet kurması için çalışabilir.

Bununla birlikte, açık ırksal farklılıkların olduğu ülkelerde, örneğin eski İngiliz ve Fransız sömürgelerinde yeni devletlerin kurulmasında ırksal farklılıkların rol oynadığı apaçıktır. Keza çok ırklı ülkelerde siyasal mücadelenin bir boyutu da ırksal farklılık üzerine kuruludur. Böyle ülkelerde ırk farklılığı devletin parçalanmasına yol açabilir.

Son olarak belirtelim ki, açık ırksal farklılıkların olduğu devletlerde, hukuken olmasa bile, değişik ırklara mensup kişilerin evlenmeleri hoşgörüyle karşılanmamıştır. Böylece ırklar günümüze kadar az ya da çok ırksal özelliklerini korumayı başarmışlardır. Ne var ki, günümüzde artık bu konudaki anlayış değişmekte, ırklar arası evlilikler daha az tepki çekmekte veya gösterilen tepkiye rağmen bu evliliklerin sayısı artmaktadır.

2. Dil Birliği [8]

Dil birliği görüşüne göre, insan topluluğunu bir millet haline getiren faktör, insanların aynı ortak dili konuşmasıdır. Bu görüşe göre, millet aynı dili konuşan insanların oluşturduğu bir topluluktur.

Şüphesiz ki bu görüşte büyük bir gerçeklik payı vardır. Aynı dili konuşmayan insanlar arasında nasıl olacak da bir bağ kurulacaktır? Bu insanların arasında bir bağ kurulabilmesi, dolayısıyla bunların bir millet oluşturması ve devlet kurabilmesi için öncelikle onların birbirleriyle konuşup anlaşabilmesi gerekir.

Ne var ki dil birliği görüşü de yüzde yüz doğru değildir. Zira İsviçre, Belçika, Kanada gibi birden fazla dilin konuşulduğu devletler de vardır. Diğer yandan, aynı dilin konuşulduğu değişik devletler de mevcuttur. İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve İrlanda’da İngilizce konuşulur. Güney Amerika devletlerinin birçoğu İspanyolca konuşur. Arap devletlerinin yine hepsi aynı ortak dil olan Arapçayı konuşurlar; ama ayrı ayrı devletler kurmuşlardır. Keza Türkiye ve Azerbaycan’da lehçe farklılığı olsa da aynı dil konuşulur. Buna rağmen bu iki devlet, farklı iki devlettir.

Diğer yandan dil birliği görüşü aşırıya kaçarsa tehlikelidir. Zira, ayrı bir dil konuşan her insan topluluğunun ayrı bir millet oluşturduğu ve dolayısıyla kendi devletini kurma hakkına sahip olduğu söylenemez. Çünkü, yeryüzünde 8000 civarında dil olduğuna göre, bunların her biri ayrı bir devlet kurmaya kalkarsa yeryüzünde düzen kalmaz. Dil sayısı devlet sayısından kat be kat fazla olduğuna göre, kaçınılmaz olarak, bazı devletlerde birden fazla dil konuşuluyor olacaktır. Örneğin Türkiye’de Türkçe’nin dışında Boşnakça, Pomakça, Arnavutça, Çerkezce, Kürtçe ve Arapça gibi diller de konuşulmaktadır. Bununla birlikte, birden fazla dilin konuşulduğu devletlerde devlet işlerinin görülebilmesi için bu dillerden birinin resmî dil olması kaçınılmazdır. Bu resmî dil de Türkiye’de konuşulan dillerin en yaygını ve bu topraklar üzerinde en gelişmişi olan Türkçe’dir.

Dil birliği görüşüne göre, aynı dili konuşan insanların aynı devletin egemenliği altında toplanması gerekir. Bu düşünce tehlikelidir. Zira, insan toplulukları tarih boyunca göç etmişlerdir. Dolayısıyla aynı dili konuşan insanların değişik coğrafyalara dağılmış olması pek muhtemeldir. Örneğin Türkçe, kesintisiz olarak olmasa bile, Balkanlardan Çine kadar konuşulan bir dildir. Değişik coğrafyalara yayılmış aynı dili konuşan insanları aynı devlet egemenliği altında toplamak fikri yayılmacı, emperyalist politikalara yol açar.

Şüphesiz eski zamanlarda dil münhasıran bir millî unsur idi. Bir dil ana dil olarak münhasıran belli bir millet tarafından konuşulurdu. Ancak İkinci Dünya Savaşında bu yana nüfus hareketleri nedeniyle bu olgunun tekeli bitmiştir. Bugün Batı Avrupa’ya  (s.112) Afrika’dan göç etmiş olanların çocukları kendi ana-babalarının dillerinden ziyade yerleştikleri ülkenin dilini konuşmaktadırlar. Örneğin, Fransa’da yaşayan Arap çocuklarını ezici çoğunluğu Arapça’dan ziyade Fransızca konuşurlar. Almanya’daki Türk çocukları için de daha az ölçüde olmakla birlikte benzer bir durum söz konusudur. Ne var ki, Arapça’dan ziyade Fransızca konuşan, Türkçe’den ziyade Almanca konuşan bu kişiler kendilerini Fransız ve Alman milletine ait olarak değil Arap veya Türk milletine ait olarak hissetmektedirler. Bu da dilin, eskilerde sanıldığı gibi, tek başına millî kimliği belirleyici bir unsur olmadığını göstermektedir. Bir dil iktisap edilerek bir millete intisap edilememektedir.

3. Din Birliği [9]

Din birliği teorisine göre, bir arada yaşayan insanların bir millet oluşturabilmesi ve dolayısıyla bir devlet kurabilmesi için aynı dine mensup olmaları gerekir. Diğer bir ifadeyle, millet aynı dine mensup insanların oluşturduğu bir topluluktur.

Bu görüşte de büyük bir gerçeklik payı vardır. Zira, din ayrım sınırlarının geçtiği bölgelerde, açıkçası, farklı dinlerden insanların yaşadığı bölgelerde ve özellikle de üzerinde yaşadığımız Ortadoğu ve Balkanlarda din birliği ve ayrılığı millet kavramı bakımından çok önemli bir faktördür. Bunun en tipik örneği Boşnak, Hırvat ve Sırp milletleri arasındaki ayrımdır. Boşnak, Hırvat ve Sırplar aynı ırktan olmaları ve aynı ortak dili konuşmalarına rağmen üç ayrı millet oluşturmaktadırlar. Bunların ayrı birer millet oluşturmalarına yol açan faktör kuşkusuz dindir. Boşnaklar Müslüman, Hırvatlar Katolik, Sırplar ise Ortodokstur. Diğer yandan, uç bölgelerde bulunan birçok devlet, varlığını doğrudan dine borçludur. Örneğin Pakistan ve Endonezya bugüne kadar varlıklarını sürdürebilmişlerse bunu Müslümanlıklarına borçludurlar[10]. Keza Türkler de Müslüman değil, Hristiyan olsaydılar pek muhtemelen Hristiyan denizi içinde asimile olup kaybolabilirlerdi.

Bazen, millet kavramı bakımından daha da ileri giderek mezhep farklılıkları önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin Hırvat milleti ile Sırp milleti arasındaki ayırıcı faktör münhasıran mezhep ayrılığıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi Hırvatlar Katolik, Sırplar Ortodokstur. Keza tarihte, Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasındaki fark ve mücadele esasen mezhep farklılığına dayalıydı. Osmanlılar Sünni (Hanefi), İranlılar Şii idi. Çaldıran Savaşı aralarında ırk farklılığı, dil farklılığı olan iki taraf arasında değil, aralarında mezhep farklılığı olan iki taraf arasında yapılmıştır. Bilindiği gibi Şah İsmail Türk asıllıydı.

Ancak millet oluşumunda din faktörünün önemini fazla abartmamak gerekir. Zira, yeryüzünde yüzlerce devlet olmasına karşılık birkaç tane din vardır. Bu nedenle, kaçınılmaz olarak birçok devlet aynı dinden ve aynı mezheptendir. Aynı dinden ve aynı mezhepten olan insanlar dahi çeşitli nedenlerle ayrı bir millet oluşturduklarını düşünmekte ve ayrı devlet kurmaktadırlar. Örneğin Türkler ve Araplar aynı dinden ve dahi aynı mezhepten olmalarına rağmen kendilerini aynı millete mensup olarak görmemişler ve ayrı devletler kurmuşlardır. Bu nedenle, kanımızca, din ayrılığının millet ve dolayısıyla devlet ayrılığına yol açması yüksek bir ihtimal iken, din birliğinin devlet birliğine yol açması düşük bir ihtimaldir.

Son olarak belirtelim ki, dinsel farklılıkların olduğu devletlerde, hukuken olmasa bile, değişik dinlere ve hatta mezheplere mensup kişilerin evlenmeleri hoşgörüyle karşılanmamıştır. Böylece dinsel farklılıklar sayesinde milletler günümüze kadar az ya da çok ayırıcı özelliklerini korumayı başarmışlardır. Ne var ki, günümüzde artık bu konudaki anlayış değişmekte, dinler arası evlilikler daha az tepki çekmektedir.

Değerlendirme.- Kanımızca, ırk, din, dil gibi objektif faktörlerde ortaklıktan ziyade farklılıklar  (s.113)  belirleyicidir. Yani ırk birliği, millet birliğine yol açmamıştır; ama ırk ayrılığı, millet ayrılığına yol açabilir. Diğer yandan dil birliği her zaman millet birliğine yol açmamıştır; ama dil ayrılığı, millet ayrılığına yol açabilir. Keza din birliği, millet birliğine yol açmamıştır; ama din veya mezhep ayrılığı, millet ayrılığına yol açabilir.

Bu üç faktörden hangisi daha önemlidir? Gerçekten de, ırk birliği önemlidir; ama tek başına millet olgusunu açıklamaktan uzaktır. Aynı ırka mensup olduğu halde değişik milletler oluşturmuş ve dolayısıyla değişik devletler kurmuş insan toplulukları vardır. Dil insanların birbirine bağlayan en önemli faktörlerden birisidir. Ancak, aynı dili konuştuğu halde farklı devletler kurmuş insan toplulukları mevcuttur. Diğer yandan din de insanların bir millet oluşturmasında çok önemli bir faktördür. Farklı dinden olan, farklı mezhepten olan insanlar genellikle farklı milletler oluşturmuşlar, farklı devletler kurmuşlardır. Buna karşılık, aynı dinden olanların mutlaka aynı millet oluşturacakları söylenemez. Zira, aynı dine ve hatta aynı mezhebe mensup olmakla birlikte farklı devlet kuran birçok millet vardır. Görüldüğü gibi bu faktörlerin güçleri hakkında önceden bir şey söylenemez. Bu faktörlerden her biri, değişik yer ve zamanlarda diğerine nazaran daha belirleyici olmuştur.

Örneğin, Boşnak, Hırvat ve Sırp milletleri bakımından belirleyici faktör, ırk ve dil değil, münhasıran dindir. Buna karşılık, Arnavut milleti için belirleyici faktör, dildir. Zira, Arnavutların bir kısmı (çoğunluk) Müslüman, diğer bir kısmı Hristiyan olmasına rağmen, bu farklılık iki millete yol açmamış, Müslüman ve Hristiyan Arnavutlar kendilerini aynı Arnavut milletine ait hissetmişler ve komşuları Hristiyan Yunan, Makedon, Sırp ve Müslüman Boşnak ve Türk milletlerinden ayrı hissetmişlerdir.

Aralarında ırk, din ve dil birliği olmasına rağmen kendilerini ayrı milletten hissetmiş insan toplulukları da vardır. Örneğin Araplar böyledir. Aynı ırktan, aynı dinden olmalarına ve aynı dili konuşmalarına rağmen Araplar aynı devlet çatısı altında birleşmeye razı olmamışlardır. Buna karşılık bazen aralarında ırk ve dil bakımından birlik olmamasına rağmen kendilerini aynı milletten hissetmiş, aynı devlet çatısı altında toplanmış insan toplulukları da vardır. Örneğin Türk milleti kısmen böyledir. Türkçe’den başka bir dil konuşmalarına rağmen, Boşnaklar, Pomaklar, Arnavutlar, Çerkezler kendilerini Türk milletinin bir parçası olarak hissetmiş ve Türk devleti çatısı altında yaşamayı kabul etmişlerdir.

Bu da şunu göstermektedir ki, bir milletin oluşumunda objektif faktörlerden başka, sübjektif faktörler de rol oynayabilmektedir. Yani bazen ırk, din, dil gibi objektif unsurlar bakımından aralarında birlik olan insan toplulukları kendilerini farklı birer millet olarak algılarken, diğer yandan aralarında ırk, din, dil gibi objektif unsurlar bakımından önemli farklılıklar olan diğer bazı insan toplulukları kendilerini aynı millete ait olarak kabul etmişler ve aynı ortak bir devletin egemenliğinde yaşamayı kabul etmişlerdir. Böyle durumlarda mühim olan, bu insan topluluklarının objektif olarak hangi ırksal, dinsel veya dilsel özellikleri taşıdıkları değil, sübjektif olarak kendilerini ne olarak gördükleri ve kendilerini hangi milletten hissettikleridir. Bu taktirde, aralarında birtakım farklılıklar olsa bile, kendilerini aynı milletten hisseden kişileri o milletten kabul etmek gerekir. İşte bu anlayış, sübjektif millet anlayışıdır. Şimdi bu anlayışı biraz daha yakından görelim.

B. Sübjektif Millet Anlayışı

Sübjektif anlayışa göre, millet birtakım sübjektif bağlar ile birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bu bağlar, manevî niteliktedir; birtakım duygu ve düşüncelerden oluşur. Sübjektif millet anlayışı ilk defa Ernest Renan [11] (1823-1892) tarafından 1882 yılında yayınlanan Qu’est-ce qu’une nation (Millet Nedir)  (s.114) isimli eserinde ortaya atılmış ve savunulmuştur[12].

Milleti oluşturan insanları birbirine bağlayan bu sübjektif bağlar arasında, mazi, hatıra, amaç, ideal, istikbal, ülkü birliği gibi hususlar yer almaktadır[13]. Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan başarılar, ortak amaca varmak için mücadeleler, ortak tehlikelere karşı birlikte karşı koyma isteği gibi faktörler[14] insanları birbirine bağlar ve milleti oluşturur.

Ernest Renan  milletin objektif faktörlerle oluştuğu düşüncesini reddetmektedir. Yazara göre,

“insan, ne ırkının, ne dilinin, ne de dininin, ne de nehirlerin izlediği yolun, ne de sıradağların yönünün eseridir. Sağlam duygulu ve sıcak kalpli insanların bir araya gelmesi manevî bir şuur yaratır ki, buna millet denir”[15].

Ernest Renan  milleti açıkça “bir ruh, bir manevî prensip” olarak tanımlamaktadır[16]. Bu “ruh” yahut “manevî ilke”, biri geçmişte, öteki ise içinde yaşanılan zamanda bulunan iki unsurun birleşmesiyle oluşur. Bu unsurlardan birincisi, “zengin bir hatıra mirasına sahip olmak”tır. Bu unsurla Renan’ın kastettiği şey, tarihten ziyade, millî bir mitoloji, yani geçmişin ululuklarını kutlayacak ve geçmişte yaşanan güçlükleri kutsayacak bir bakış açısıdır[17]. Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan zaferler insanları birbirine bağlar. Bu unsurlardan ikincisi ise, birlikte yaşama ve olabildiğince çok ortak miras yaratma isteğidir[18]. Bu ikinci unsurda, amaç, mefküre, istikbal, ülkü birliği gibi hususlar yer almaktadır[19].

Özetle Renan’a göre, milleti yaratan şey, “birlikte acı çekmiş, sevinmiş ve birlikte umut etmiş olmak”tır[20]. O halde Renan’a göre, milleti, ortak bir maziye sahip olan ve gelecekte de birlikte yaşama arzusuna sahip olan insanlar topluluğudur, diye tanımlayabiliriz.

III. Türk Milletinin Tanımı Konusunda Hangi Anlayış Geçerlidir?

Böylece objektif ve sübjektif olmak üzere iki değişik millet anlayışını görmüş bulunuyoruz. Objektif millet anlayışı na göre millet, belli bir ırka mensup veya belli bir dili konuşan veyahut belli bir dine veya mezhebe mensup insanların oluşturduğu bir topluluktur. Sübjektif millet anlayışına göre ise millet, ortak bir maziye sahip olduklarını düşünen ve gelecekte de birlikte yaşama arzusuna sahip olan insanların oluşturduğu bir topluluktur. Acaba Türk Devletinin beşerî unsurunun tanımında hangi millet anlayışı geçerlidir? Açıkçası, Türk milleti hangi faktörlerle belirlenmiştir? Diğer bir ifadeyle, Türkiye’deki insan topluluğu hangi faktörlerle bir “millet” haline dönüşmüştür? Şimdi bunu görelim.

Atatürk Milliyetçiliği.- İlk önce, Anayasamızın 2’nci maddesinde, “Atatürk milliyetçiliği” anlayışının kabul edildiğini belirtelim. Acaba Atatürk milliyetçiliği objektif millet anlayışına mı, yoksa sübjektif millet anlayışına mı dayanır? Bu soruya Atatürk’ün yazıları, Anayasa ve Anayasa Mahkemesi kararlarından itibaren cevap verilebilir.

Atatürk’ün Yazıları.- Ergun Özbudun’agöre, Atatürk, “sübjektif millet anlayışı”nı benimsemiştir[21]. Özbudun bu görüşünü kanıtlamak için Atatürk’ten iki alıntı yapmaktadır. Atatürk, millet kavramını şöyle tanımlamıştır:

“Bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir, dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz”[22].

 (s.115) Atatürk,millet konusunda daha geniş olarak şu tanımı vermiştir:

“a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan;

b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan;

c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir”[23].

Gerçekten de bu tanım tamamıyla sübjektif unsurları içerir niteliktedir. Bu tanım büyük ölçüde sübjektif millet anlayışının kurucusu olan Ernest Renan’ın tanımına benzemektedir. Atatürk’ün millet tanımı konusunda Ernest Renan’dan esinlendiği bu tanımı izleyen cümlelerinde de açıkça görünmektedir:

“Maziden kalan müşterek zafer ve yeis mirası; istikbalde gerçekleştirilecek aynı program; beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak...”[24].

Atatürk’ün gerek yukarıdaki tanımı, gerekse bu cümleleri tamamıyla Ernest Renan’dan mülhemdir[25]. O halde şunu açıkça belirtebiliriz ki, Atatürk Ernest Renan  tarafından savunulan sübjektif millet anlayışını benimsemiştir.

Anayasa.- Ergun Özbudun’un gözlemlediği gibi Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı 1982 Anayasasının Başlangıç bölümüne çeşitli ifadelerle yansımıştır[26]. Başlangıcın ikinci paragrafına göre, Türk milleti “Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi”dir. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği başka milletleri düşman ve aşağı gören şoven ve saldırgan bir milliyetçilik anlayışı değildir[27]. Başlangıcın yedinci paragrafında aynı doğrultuda “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine de yer verilmiştir. 

Başlangıcın yedinci paragrafında,

“topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu”

ilân edilerek, Renancı millet anlayışınınyukarıda verdiğimiz sübjektif unsurları (millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde vs. ortaklık) tekrarlanmıştır. Ergun Özbudun’un belirttiği gibi, bu tanımdan, Anayasamızın benimsediği milliyetçilik anlayışının ırk, din ve dil gibi objektif unsurlara değil; sevinç ve kederlerde ortaklığa ve birlikte yaşama arzusuna dayanan sübjektif bir milliyetçilik anlayışı olduğu açıkça anlaşılmaktadır[28].

Nihayet Anayasamız bu anlayışının doğal bir sonucu olarak Türklüğü, objektif unsurlara hiçbir şekilde göndermede bulunmayarak, “vatandaşlık bağı” ile tanımlamıştır. Anayasamızın 66’ncı maddesininilk fıkrasına göre, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”.

Anayasa Mahkemesi Kararları.- 1961 Anayasası döneminde Anayasa Mahkemesi 11-14 Şubat 1975 tarih ve K.1975/23ayılı Kararında milliyetçilik konusunda sübjektif milliyetçilik anlayışını dile getirmiştir:

“Milliyetçilik... Anayasanın [1961] Başlangıç bölümünde özlü anlatımını bulan, ‘bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak bölünmez bir bütün halinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak millî birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk Milliyetçiliği’nden başka bir anlam taşımamaktadır. Irkçılık, Turancılık veya bir din veya mezhep doğrultusunda bütünleşmeyi amaçlayan inanışlar... ‘Türk Milliyetçiliği’ anlamının dışındadır ve... Cumhuriyet esaslarına tamamen aykırı, sosyal ve hukuksal yönden geçerli hiçbir değer kazanamamış kavramlardır”[29].

Anayasa Mahkemesi 1982 Anayasası döneminde verdiği kararlarda da sübjektif milliyetçilik anlayışını sürdürmeye devam etmiştir. Anayasa Mahkemesi 18 Şubat 1985 tarih ve K.1985/4 sayılı Kararında şöyle demiştir:  (s.116)

“Atatürk Milliyetçiliği, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan, dil, ırk ve din gibi düşüncelerle yapılacak her türlü ayrımı reddeden , birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışı temsil eder”[30].

Anayasa Mahkemesi, 7 Mart 1989 tarih ve K.1989/12sayılı Kararında Atatürk milliyetçiliğini “Türk milliyetçiliğinin Türk olmak mutluluğunu duyan herkesi kapsayan biçiminin adıdır”[31] diyerek tanımlamıştır.

Anayasa Mahkemesi, Sosyalist Partinin kapatılmasına ilişkin olarak verdiği 10 Temmuz 1992 tarih ve E.1991/2 (Parti Kapatma), K.1992/1 sayılı Kararında, Atatürk milliyetçiliği hakkında şöyle demiştir:

“Atatürk milliyetçiliği... ayrımcı ve ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkının, kökeni ne olursa olsun, devlet yönetiminde tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur... Türk devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal veya hukuksal ayrım söz konusu değildir... Türkiye’de... Ulusal bütünlüğün temeli ortak kültüre, laiklik ilkesiyle akla, mantıklı düşünceye, sağduyuya, adalete dayanan ‘Atatürk milliyetçiliği’dir. Anayasa, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi resmiyette Türk adıyla tanıtan birleştirici ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahiptir”[32].

Anayasa Mahkemesi daha yeni bir kararında da aynı yönde şu ifadeleri kullanmıştır:

“1982 Anayasası'nın Başlangıç'ında "Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı", 2. maddesinde "Atatürk milliyetçiliği", 42. maddesinde "Atatürk ilkeleri" ve 134. maddesinde "Atatürkçü düşünce" sözcükleri kullanılarak çağdaş milliyetçilik anlayışı yer almaktadır. Bu anlayış ayrımcı ve ırkçı değil, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk milletini oluşturan bireylerin kökenleri ne olursa olsun, Devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini, başka uluslara karşıtlığı değil, dostluk ilişkilerini, içte ve dışta barışla iyi gelenekleri koruyup güçlendirme çabalarını, herkesi barındıran topraklara birlikte sahip çıkma bilincini içeren çağdaş bir olgudur. Kökeni ne olursa olsun, ulus içinde herkes ayrımsız biçimde yer almakta, ulusun birliği olgusu böylece somutlaşmaktadır. Ulus, tarihsel ve sosyal gelişmenin yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve filolojik niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir”[33].

Bu şekilde Atatürk’ün yazılarından, Anayasa hükümlerinden ve Anayasa Mahkemesi kararlarından hareketle Atatürk milliyetçiliği  anlayışının sübjektif millet kavramı üzerine kurulu olduğunu görmüş bulunuyoruz.

IV. Türk Milletini Oluşturan Faktörler Nelerdir?

Yukarıda hukuken Türk milletinin tanımı konusunda sübjektif millet anlayışının geçerli olduğunu gördük. O halde hukuken Türk milletinin sübjektif faktörlerden oluşması gerektiğini söyleyebiliriz.

Hukukumuzdaki Objektif Milliyetçilik Unsurları.- Ancak hukukumuzda, objektif milliyetçilik unsurlarıda yok değildir. Örneğin Anayasanın üçüncü maddesine göre, Devletin diliTürkçe’dir. Ancak bir devlette şu ya da bu şekilde bir resmî dil in veya dillerin kabul edilmesi zorunluluktur. Bu bakımdan bu hükmü sübjektif milliyetçilik ilkesine aykırı görmemek gerekir[34]. Siyasî Partiler Kanununda ve Dernekler Kanununda Türkçe’nin zorunlu kullanılmasına ilişkin hükümler vardır. Keza Anayasanın 26’ncı maddesinin üçüncü fıkrasına göre, “düşüncelerin açıklanmasında ve yayılmasında kanunla yasaklanmış herhangi bir dil kullanılamaz”. 28’inci maddenin ikinci fıkrasına göre ise, “kanunla yasaklanmış  (s.117) herhangi bir dilde yayım yapılamaz”. Dolayısıyla düşüncenin belirli bir dille açıklanması veya belirli bir dille gazete çıkarılması, televizyon yayını yapılması kanunla yasaklanabilir[35]. Anayasamızın 42’nci maddesine göre, “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”. Dolayısıyla, Anayasamıza göre, Türkçe sadece devlet ile olan işlerde kullanılması gereken “resmî dil” değil, aynı zamanda, eğitim ve öğretim bakımından bir nevi “resmî ana dil”dir. Bu hükmü sübjektif milliyetçilik anlayışıyla bağdaştırmak güçtür. Nihayet Anayasamız, 134’üncü maddesinde,“Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak ve yayımlar yapmak amacıyla” Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulunu kurmuştur. İtalikle verdiğimiz bu unsurların sübjektif millet anlayışının unsurları olduğu pek şüphelidir.

“Türk Soyu”.- Nihayet 11 Şubat 1964 tarih ve 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununu n 7’nci maddesinin c bendi de “Türk soyundan olanlarla eşleri ve reşit çocukları”nın genel olarak vatandaşlığa alınma şartları aranmaksızın istekleri üzerine İçişleri Bakanlığının teklifi ve Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına alınabileceklerini öngörmektedir. Madde de geçen “Türk soyu” ibaresi şüphesiz sübjektif değil, objektif millet anlayışına dahil bir unsurdur.

Keza, “Türk soyu” ibaresi 14 Haziran 1934 tarih ve 2510 sayılı İskan Kanununda da geçmektedir. Bu Kanunun 3’üncü maddesine göre

“Türkiye'de yerleşmek maksadile dışarıdan münferiden gelmek istiyen Türk soyundan meskün veya göçebe ferdler Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliğinin mütalaası alınmak şartile Dahiliye Vekilliğinin emrile ve müçtemian gelmek istiyen Türk soyundan meskün veya göçebe ferdler ve aşiretler... işbu kanunun hükümlerine göre Dahiliye Vekilliğinin mütaleası alınmak şartile Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliğinin emirlerile kabul olunurlar. Bunlara muhacir denir”.

Bununla birlikte “Türk soyu”nun ne olduğu ne Türk Vatandaşlığı Kanununda, ne de İskan Kanununda tanımlanmıştır. O halde “Türk soyu”ndan ne anlaşılması gerektiğine uygulamaya bakarak karar vermek gerekir. Hangi topluluklar muhacir olarak Türkiye’ye kabul edilmiş ve iskan edilmiştir? Buna karşılık hangi topluluklara Türkiye’ye muhacir olarak gelme izni verilmemiştir? Keza, Bakanlar Kurulu kimleri Türk soyundan kabul edip vatandaşlığa alma kararı verirken, kimleri Türk soyundan görmeyerek vatandaşlığa kabul etmemiştir?

“Türk Kültürüne Bağlı Meskün Kimseler”.- Diğer yandan, 14 Haziran 1934 tarih ve 2510 sayılı İskan Kanununda “Türk soyu” tabiri yanında bir de “Türk kültürüne bağlı meskün kimseler” tabiri geçmektedir. Bu Kanunun 3’üncü maddesine göre

“Türkiye'de yerleşmek maksadile dışarıdan.... gelmek istiyen... Türk kültürüne bağlı meskün kimseler işbu kanunun hükümlerine göre Dahiliye Vekilliğinin mütaleası alınmak şartile Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliğinin emirlerile kabul olunurlar”.

 Kanun kimlerin “Türk kültürüne bağlı meskün kimseler” olduğunu tanımlamamakla birlikte, aynı maddenin ikinci fıkrası, “kimlerin ve hangi memleketler halkının Türk kültürüne bağlı sayılacağı İcra Vekilleri Heyeti kararile tesbit olunur” demektedir. Yani “Türk kültürüne bağlı olma”nın ne demek olduğunu Bakanlar Kurulu tanımlayacaktır. Diğer yandan 16 Haziran 1989 tarih ve 2383 sayılı Kanun ile İskan Kanununa eklenen ek-33’üncü maddeye göre, “Bulgaristan'dan göçe zorlanarak 1/1/1984 tarihinden sonra Türkiye'ye gelerek yerleşmek isteyen Türk soylu kişiler 14/6/1934 tarihli ve 2510 sayılı Kanun hükümlerine göre Türk kültürüne bağlı serbest veya iskanlı göçmen sayılır” demektedir.

Uygulama.- “Türk soyu”ndan ne anlaşılması gerektiği konusunda vatandaşlığa alınma, muhacir olarak kabul edilme ve iskan uygulamalarına bakmak gerekir. Osmanlının son zamanlarından bu yana, kimlerin muhacir olarak ülkeye kabul edildiklerini ve iskana tâbi tutulduklarını, buna karşılık kimlerin, hangi grupların göç isteklerinin  (s.118) reddedildiğinin incelenmesi ve bundan itibaren birtakım sonuçlara varılması gerekir. Biz bu konuda bir çalışma yapılmış olup olmadığını bilmiyoruz. O nedenle, bu konuda sağlıklı verilere sahip değiliz.

Bizim bu konudaki üstün körü gözlemlerimiz şöyledir:

Bir kere, gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet döneminde Balkanlarda yaşayan Türkçe konuşan ve Müslüman (Sünnî-Hanefî) olan Türkler, her zaman Türk soyundan kişiler olarak düşünülmüş ve Türkiye’ye göç etmelerine her zaman izin verilmiş ve Türk vatandaşlığına alınmış ve iskânları için çaba sarf edilmiştir. Diğer yandan, gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin kuzey ve batı komşularından Türkiye’ye göç etmek isteyenlere, Müslüman olmaları kaydıyla, Türkçe bilip bilmediklerine bakılmaksızın göç izni verilmiş; bu kişiler iskana tâbi tutulmuş ve kendilerine Türk vatandaşlığı verilmiştir. Örneğin Çerkezler böyledir. Anadil olarak Çerkezce konuşan ve din olarak Müslüman (Sünnî-Hanefî) olan bu kişilere Osmanlı’dan bu yana her zaman göç izni verilmiş ve Türk vatandaşlığına alınmışlardır. Boşnaklar da böyledir. Anadil olarak Boşnakça konuşan ve din olarak Müslüman (Sünnî-Hanefî) olan bu kişilere Osmanlı’dan bu yana her zaman göç izni verilmiş ve Türk vatandaşlığına alınmışlardır. Pomaklar da aynı konumdadır. Anadil olarak Pomakça konuşan ve din olarak Müslüman (Sünnî-Hanefî) olan bu kişilere Osmanlı’dan bu yana her zaman göç izni verilmiş ve Türk vatandaşlığına alınmışlardır. Gerek Çerkezler, gerek Boşnaklar, gerek Pomaklar, kendilerini Türk milletinin bir parçası hissetmişler; devlete sadakat göstermişler; Türk devletinin beşerî unsurunun ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdir. Bu gruplar, bütün tarihleri boyunca Türk devletiyle birlikte hareket etmişler, savaşlarda birlikte çarpışmışlar, birlikte zafer kazanmış, birlikte yenilgiye uğramış, birlikte ortak acılar çekmişlerdir. Bu mazi ortaklığının yanında, bu gruplar, Türk milletiyle aynı istikbal ve ülkü birliğini paylaşmaktadır. İşte bu şekilde, bu gruplar Türk milletine bağlanmışlar, onun bir parçası haline gelmişlerdir. Bu grupları Türk milletine bağlayan objektif unsur dil birliği veya ırk birliği değil, din birliği (Sünnî-Hanefî) dir. Bu objektif unsur yanında, bu gruplar tarih birliği, ülkü birliği gibi sübjektif unsurlarla da Türk milletine bağlıdırlar. Görüldüğü gibi söz konusu grupları Türk milletine bağlayan unsurlar, bir yandan objektif unsur olarak din, diğer yandan da sübjektif unsurlar olarak mazi ve ülkü birliğidir.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Türk milletinin tanımlayıcı unsurları olarak ırk ve dil unsurlarının öne çıkarıldığı izlenimi doğmaktadır. Zira, bu dönemde, Türklerin Orta Asya’dan geldikleri özellikle vurgulanmış, Öztürkçecilik akımıyla Türk diline özel bir önem verilmiştir. Aynı dönemde, lâik politikalar güdülmüş, dinî unsurlar ikinci plana itilmiştir. Ancak göç ve vatandaşlık politikaları bakımından bunun tersi yapılmıştır. Türk milletini oluşturan unsur olarak, batı ve kuzeyde dil veya ırk değil, din esas alınmıştır. Yukarıda görüldüğü gibi, anadil olarak Türkçe konuşmayan Boşnak ve Pomaklara göç izni ve Türk vatandaşlığı verilirken, Kemal Karpat’ın isabetle gözlemlediği gibi, ırk olarak Türk olan ve anadil olarak Türkçe konuşan ama Hristiyan olan Gagavuzlara göç izni verilmemiştir. Kemal Karpat’nın belirttiğine göre,

“İzzettin Keykavuz’dan hat gelen ve ana dilleri Türkçe olan Gagavuzlar, 13. yüzyılda Karadeniz civarına yerleşerek Hristiyanlığı kabul etmişler, daha sonra da Besarabya’ya göç etmişlerdi. Bu Gagavuzlar Türkiye’ye göç etmek istemelerine rağmen Hükûmet kendilerine müsaade etmemişti... Öte yandan, hiç Türkçe bilmeyen, ırk bakımından da Türk olmayan Boşnaklarve Pomaklar, Müslüman oldukları ve Müslüman Arnavutlardan farklı olarak Osmanlı İmparatorluğuna sadık kaldıkları için serbestçe Türkiye’ye göç ettiler”[36].

Boşnak ve Pomaklara göç izni verilirken, Gagavuzlara bu iznin verilmemesi Türk milletini oluşturan faktörün dil ve ırk birliği değil, din birliği olduğunu göstermektedir.

Osmanlı İmparatorluğunu klasik dönemde batı ve kuzey komşularından ayıran unsurlar din unsurudur. Osmanlı İmparatorluğunun bu  (s.119) komşuları Hristiyandır. Osmanlı İmparatorluğunu doğu komşusu İran’dan ayıran unsur ise öncelikle mezhep ayrılığıdır.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılma döneminde, Osmanlı tebaasından olan bazı gruplarda, zamanla ayrı bir millet oluşturdukları düşüncesi gelişmiş ve bu gruplar İmparatorluğa karşı ayaklanmışlardır. Bu gruplardan Rumlar, Sırplar ve Bulgarlar başarılı olurken, Ermeniler başarısızlığa uğramıştır. Kanımızca bu grupları kendi aralarında ayıran unsur dil unsuru olsa da, bunları Osmanlıdan ayıran unsur, yani bunları Osmanlı’dan ayrı bir millet haline getiren unsur, kanımızca dil değil, din unsuruydu. Zira, Sırplarla aynı dili konuşan Müslüman Boşnaklar Osmanlı İmparatorluğuna karşı ayaklanmamışlar; ayrı bir millet oluşturduklarını iddia etmemişlerdir. Keza, Bulgarlarla aynı dili konuşan Müslüman Pomaklar, Osmanlı Devletine karşı ayaklanmamışlardır. Boşnaklar ve Pomaklar ayrı bir dil konuşmalarına rağmen kendilerini Osmanlı olarak görmüşlerdir. Boşnaklar ve Pomakları Osmanlı Devletine bağlayan unsur şüphesiz ki din birliği olmuştur.

1923 Ahali Mübadelesi Sözleşmesi.- Türk milletinin dil ve ırk unsuruyla değil, din unsuruyla belirlendiğinin bir kanıtı da Türkiye ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan ve Lozan Barış Andlaşmasının bir parçası olan Ahali Mübadelesi Sözleşmesi (Mübadale-i Ahaliye Mütedair Lozan Muahedenamesi)[37] dir. Bu Sözleşmenin 1’inci maddesi, “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” zorunlu mübadelesini öngörüyordu. Yani Türkiye’deki “Rum Ortodoks dini”nden olan kimseler Yunan olarak kabul edilip Yunanistan’a, Yunanistan’daki “Müslüman dini”nden olanlar Türk kabul edilip Türkiye’ye gönderilmişlerdir.

Orta Anadolu’dan (Kapadokya) Yunanistan’a zorunlu olarak göç ettirilen kendilerine “Karamanlı” denen Ortodoks Mezhebine mensup kişiler Rumca bilmiyor, anadil olarak, kendilerinin “Karamanlıca” dedikleri ve aslında Türkçe’den hiçbir farkı olmayan bir dil konuşuyorlardı. Bu kişiler Yunan harfleriyle Türkçe’yi yazıyorlar; ibadetlerini dahi Türkçe yapıyorlardı. Karamanlı Ortodokslarının Yunanistan’a gönderilmesi, Türk milleti kavramının dil üzerine kurulmadığının güzel bir kanıtıdır. Türkiye kendi toprakları üzerinde eskiden beri yaşayan ve anadilleri Türkçe olan, ama Müslüman olmayan bu kişileri Türk milletine mensup olarak görmemiştir. Diğer yandan, 30 Ocak 1923 tarihli Ahali Mübadelesi Sözleşmesi kapsamında Girit’ten Türkiye’ye gönderilen Müslümanlar da, anadil olarak Türkçe değil, Rumca konuşuyorlardı. Türkiye anadil olarak Rumca konuşan bu kişileri toprakları üzerine kabul etmekte ve onlara vatandaşlık vermekte tereddüt etmemiştir. Zira bu kişiler Müslüman idiler. Girit’ten gelen Rumca konuşan Müslümanların Türkiye’ye kabul edilmeleri de aynı şeyi göstermektedir. Türk milleti kavramı dil üzerine değil, din üzerine kuruludur.

Ancak batı ve kuzey komşularına ilişkin bu şekilde davranan Türkiye doğu ve güney komşularına karşı başka şekilde davranmıştır. Şiî olan Azerileri ve İran Türklerini kabul etmekte Türkiye çekingen davranmıştır. Türkiye’nin doğu sınırına ilişkin olarak, Türk-Türk olmayan ayrımı mezhep farklılığı üzerine kuruludur. Güneyde ise, millet kavramı dinsel olarak değil, dilsel ve ırksal temeller üzerine kuruludur. Türk milleti ile Arap milleti arasındaki ayrım, dil ve ırk bakımındandır.

Somut olarak Türk millet kavramına ilişkin şu farklılıkları söyleyebiliriz: Kuzey ve Batıda Türk ile Türk olmayanı ayıran şey, dil değil, dindir. Doğuda Türk ile Türk olmayanı birbirinden ayıran şey mezhep farklılığıdır. Güneyde Türk ile Türk olmayanı ayıran şey ise din ve mezhep değil; dil ve ırktır. Türk Türkçe konuşur. Türk olmayan ise Arapça konuşur.  (s.120)

V. Millî Bütünlük

A. Millî Bütünlüğün Önemi

Devletin beşerî unsurunda türdeşlik, açıkçası “millî bütünlük (homogénéité nationale)” devletin sağlamlığı bakımından çok önemlidir. Millî bütünlüğe sahip devletler karşılaştıkları krizleri çok daha kolay atlatabilirler. Buna karşılık millî bütünlükten yoksun devletler, bir kriz karşısında dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı buna örnektir. Millî bütünlükten büyük ölçüde yoksun olan Osmanlı İmparatorluğuna kendi tabiiyetinde bulunan azınlıklar ihanet etmiştir. Örneğin Osmanlı vatandaşı olan birçok Rum, Kurtuluş Savaşı döneminde Yunan ordusuna yazılarak kendi vatandaşı oldukları devlete karşı silah çekmişlerdir. Sovyetler Birliği 1980’lerin sonunda karşılaştığı krizi aşamamış, bünyesinde barındırdığı etnik gruplar bağımsızlıklarını ilân etmekte tereddüt etmemişlerdir. Millî bütünlükten yoksun Yugoslavya’nın 1990’larda demokrasiye geçişi çok zor olmuş, kanlı bir iç savaş ortaya çıkmış ve neticede Yugoslavya’nın parçalanmıştır. Oysa aynı dönemde, millî bütünlüğe nispeten daha büyük ölçüde sahip Polonya, Macaristan ve Romanya gibi ülkelerde demokrasiye geçiş daha kolay olmuş, bu ülkeler varlıklarını koruyabilmişlerdir.

B. Millî Bütünlüğü Sağlamanın Yöntemleri

Bu nedenle, her devlet kendi temellerini sağlamlaştırmak için şu ya da bu şekilde, kendi millî bütünlüğünü sağlamaya çalışır. Her devlet kendi beşerî unsurunu belli bir ölçüde de olsa homojenleştirmek zorundadır. Bunun için devletler, beşerî unsuru içinde barındırdıkları türdeş olmayan toplulukları, etnik azınlıkları eritmek, millî bütünlüklerini sağlamak için çeşitli yöntemlere başvururlar. Bu yöntemler şunlardır:

1. Asimilasyon.- Bu yöntemlerin başında asimilasyon yöntemi gelir[38]. Asimilasyon barışçı bir yöntemdir. Çoğunlukla açık şiddete başvurulmaz. Ama çok zamana ihtiyaç gösterir. Tam bir asimilasyon ancak birkaç kuşak sonra olur. Din ve dil bakımından farklı olan gruplar asimile edilebilir. Ancak ırk bakımından farklı olan grupların asimile edilmesi bu işin mahiyeti gereği mümkün değildir. İnsan dilini, dini değiştirebilir. Ama rengini değiştiremez.

2. Tehcir.- Diğer yöntemler asimilasyon gibi barışçı değildir. Zora dayanır. Dolayısıyla bunlar arzu edilen değil, ahlâkî bakımdan mahkum edilecek yöntemlerdir. Bunlardan birincisi tehcir, yani zorunlu göçtür. Bunun en tipik örneği, yukarıda zikrettiğimiz Türkiye ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan Ahali Mübadelesi Sözleşmesi (Mübadale-i Ahaliye Mütedair Lozan Muahedenamesi)[39]dir. Bu sözleşmeye dayanarak Türkiye kendi toprakları üzerinde yaşayan Rumları Yunanistan’a doğru zorunlu göçe tâbi tutarak, kendi insan unsurunu homojenleştirmiş, millî bütünlüğünü önemli ölçüde sağlamıştır. Keza Yunanistan da kendi toprakları üzerinde yaşayan Müslümanları Türkiye’ye doğru zorunlu göçe tabi tutarak kendi millî bütünlüğünü kurmuştur. Zorunlu ahali mübadelesinin sosyal, ekonomik, kültürel pek çok olumsuz sonucu şüphesiz ki olmuştur. Ama her iki devlet de, millî bütünlüklerini büyük ölçüde sağlayarak daha sağlam temellere oturmuşlar, bölgedeki barış nispeten bir istikrar kazanmıştır. Bu mübadeleden istisna tutulan İstanbul Rumlarına ve Batı Trakya Müslümanlarına ilişkin olarak yaşanan sorunlar hatırlanırsa, yapılan mübadelenin her iki ülkenin millî bütünlüğü açısından sağladığı yarar ortadadır.

3. Jenosit.- Tehcirden daha acı ve insanlık bakımından mahkum edilecek bir yöntem ise jenosit, yani soykırımdır. Bu yönteme de Almanya’da Naziler Yahudilere ve Çingenelere karşı başvurmuştur. Naziler söz konusu kişileri toplama kamplarına toplamışlar ve bunları şu ya da bu şekilde öldürmüşler veya ölmelerine yol açacak koşullarda çalıştırmışlardır.

 (s.121) Şüphesiz asimilasyon bir yana bırakılırsa, tehcir ve jenosit gibi millî bütünlüğü sağlamanın yolları minimum bir ahlâk ve insanlık düşüncesiyle bağdaşmaz. Millî bütünlüğü bozulduktan sonra sağlamanın kolay bir yolu yoktur. O halde, millî bütünlüğün korunması, yani bozulmasının engellenmesi daha barışçı ve daha insanîdir. 

C. Millî Bütünlüğün Bozulmasına Yol Açan Faktörler

Millî bütünlükten yoksun devletler, çeşitli yöntemler kullanarak millî bütünlüklerini, tam olmasa bile nispeten, sağlamaya çalışmaktadırlar. Ancak, bir devlet millî bütünlüğünü sağladıktan sonra iş bitmemektedir. Millî bütünlüğe sahip devletler de zamanla millî bütünlüklerini yitirebilmektedirler. Millî bütünlüğün bozulmasına yol açan başlıca faktörler şunlardır:

1. İdeolojik Faktörler

Başta devletin beşerî unsuruyla bütünleşmiş olan bir etnik grup, kendini o milletin bir parçası olarak hisseden bir etnik grup, zamanla, birtakım ayrılıkçı etnik ideolojilerin etkisi altında, kendini ayrı bir millet olarak görmeye başlayabilmekte ve millî bütünlük bu şekilde bozulabilmektedir. Örneğin Türkiye’de Kürtlerin bir kısmının durumu genel olarak böyledir. Kurtuluş Savaşı döneminde kendilerini bu devletin beşerî unsurundan görüp Türklerle birlikte işgalci güçlere karşı çarpışan Kürtlerin torunlarından bir kısmı, 1980’lerden sonra, birtakım ideolojilerin etkisiyle, kendilerini ayrı bir millet olarak görmeye başlamışlar ve bu da bilindiği gibi ülkemizin 1980 ve 1990’larda çok ağır problemlerle karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Bu nedenle her devlet beşerî unsurunu oluşturan etnik grupların millet kimliği doğrultusunda bilinçlenmelerine engel olmaya çalışır. Tersine onları kendi milletinden olduğu yolunda propagandaya tâbi tutar. Bu millî bütünlük bakımından gerekli bir şeydir.

2. Demografik Faktörler: Nüfus Artışı

Diğer yandan, bazen devletin beşerî unsuru içinde bulunan bir azınlık, sayıları düşük olduğu için, başta millî bütünlük açısından tehlike teşkil etmez. Zira nüfusu azdır. Bu farklı grubun varlığı millî bütünlük denizi içinde tolere edilir. Ne var ki, nüfus oranları sabit şeyler değildir. Zamanla nüfus dengeleri değişmektedir. Sayı bakımından ihmal edilebilir bir azınlık durumunda olan bir etnik grup zamanla nüfusunu arttırabilmekte, buna rağmen çoğunluk durumunda olan grup, nüfusunu koruyamamaktadır. Buna Osmanlı tarihinden örnekler verilebilir.

Machiel Kiel’in çalışmaları şunu göstermiştir: Kuzey Bulgaristan’da Selvi kazasında (kaza merkezî ve bu kazaya bağlı köylerde) 1751 yılında toplam nüfusun % 59’u Müslüman iken Müslümanların oranı 1845’te % 46’ya 1873’te de % 37’ye düşmüştür[40]. 1845 ilâ 1873 yılları arasında Selvi ve köylerinde Hristiyan nüfusu yılda ortalama % 1.87 oranında artarken, aynı yerdeki Müslüman nüfus % 0.76 oranında artabilmiştir[41]. Selvi’de azınlık durumunda olan Hristiyan Bulgarlar çoğunluk durumuna geçmişlerdir. Bu durum karşısında Machiel Kiel, “Müslümanlar, Hristiyanlar tarafından demografik olarak yenildiler, ‘yatakta yenildiler’” diye yazmıştır[42]. İlâve edelim: Hristiyanlar Müslümanları bu bölgede dört yıl sonra askerî olarak da yenmişlerdir. 1878 yılında Selvi ve köyleri Bulgaristan sınırları içinde kalmıştır. Bulgarlar, Osmanlıların sağlayamadığı millî bütünlüğü kendi lehlerine Müslüman nüfusu göç ettirerek kısa zamanda sağlamıştır. 1873’te Selvi’de nüfusun % 37’sini teşkil eden Müslümanların oranı 1887’de 12’ye, 1900’de % 8’e düşmüştür[43]. Günümüzde bir zamanlar nüfusunun yarısından fazlası Müslüman olan Selvi’de birkaç aile Müslüman kalmıştır.

Diğer bir örnek Bursa’dan verilebilir. Bursa’da 1487 yılında gayrimüslimlerin oranı % 1.44’tür. 1521 yılında bu oran % 3.01’dir. 1573 yılında gayrimüslimlerin oranı % 6.07’dir. 258 yıl sonra 1831’de Bursa’da gayrimüslimlerin  (s.122) oranı toplam nüfusun % 34.69’a ulaşmıştır. 1870’te gayrimüslimlerin oranı % 36.08’e yükselmiştir[44]. Bilindiği gibi, Kurtuluş Savaşı sırasında Bursa, Yunan ordusu tarafından işgal edilmiştir.

Daha tipik bir örnek Biga’dan verilebilir. 1530 yılında Biga’nın bütün nüfusu Müslümandır[45]. Şehir’de bir tek Rum veya Ermeni yoktu. Oysa 1876’da Biga’da 2557 Müslüman Haneye karşılık, 1015 Rum ve 60 Ermeni hanesi vardı[46]. Biga, 4 Temmuz 1920’de Yunan Ordusu tarafından işgal edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunda her nedense Hristiyan (Rum, Bulgar, Sırp, Ermeni, vb.) aileler Müslüman ailelerden daha çok çocuk yapmışlardır. Kemal Karpat’ın gösterdiği gibi, 1830’larda Osmanlı İmparatorluğunda gayrimüslim nüfus yıllık % 2 oranında artarken, Müslüman nüfus hiç artmamış veya düşmüştür[47]. Osmanlı İmparatorluğunun sosyal, ekonomik ve askerî koşulları doğurganlık bakımından gayrimüslim nüfusu kayırırken, Müslüman nüfusu cezalandırmıştır. Türk erkekleri, en verimli yıllarını orduda geçirmişler; bir çoğu da savaşlarda ölmüştür. Buna karşılık gayrimüslimler askere gitmemişler, savaşlara katılmamışlar, ticaret ve ekonomik faaliyetlerle zenginleşmişlerdir[48].

Benzer nüfus değişimleri, başka ülkelerde de yaşanmıştır. Belçika’da 1900’lerin başında Flamanca konuşanlar azınlık, Fransızca konuşanlar çoğunluk durumundayken 1900’lerin sonunda bunun tersi olmuştur. Kanada’da Fransızca konuşanların sayısı yirminci yüzyılın başında oldukça azken, yirminci yüzyılın sonunda Fransızca konuşanlar nüfuslarına çok fazla arttırmışlardır.

3. Göç

Millî bütünlüğe sahip bir ülkenin millî bütünlüğünü göç alması nedeniyle de bozulabilir. Yabancı ülkelerden göç alan ülkeler de, her göçmen, beşerî unsurun homojenliğini bir ölçüde düşürür. Bu nedenle, göç alan devletler, göçmen kabul etme konusunda çok hassas davranırlar. Her ülke göçle mücadele eder. Göçle mücadele etmenin bilinen politikası vize uygulamalarıdır. Bir devlet, istemediği devlet vatandaşlarının kendi ülkesine girebilmesini vize olmaları şartına bağlar; ve arzu etmediği kişilere ya açıkça vize vermez ya da vize alınabilmesini neredeyse imkânsız koşullara bağlar.

Göç politikaları konusunda Batı Avrupa ülkeleri tamamıyla başarısız kalmışlardır. Bu ülkeler yaşam düzeylerinin yüksekliği nedeniyle cazibe merkezî haline gelmişler, gelişmekte olan ülkelerden birçok kişi bu ülkelere, şu ya da bu şekilde göç etmiş ve orada kalmayı başarabilmiştir. Bir yabancının bir ülkeye geçici olarak gelmesi bir-iki yıl o ülkede çalışıp geri dönmesi bir ülkenin millet unsurunun türdeşliğini şüphesiz ki bozmaz. Ancak, Batı Avrupa’ya Afrika’dan gelen Araplar ve Zenciler buraya yerleşmek için gelmişler ve yerleşmişler ve birçoğu da o ülkenin vatandaşlığını şu ya da bu şekilde elde etmişlerdir. Almanya’da ki vatandaşlarımızın durumu da buna bir ölçüde de olsa benzemektedir. Almanya’ya işçi olarak gidenlerin önemli bir kısmı ülkemize geri dönmüştür. Ancak geri dönmeyen  (s.123) bir kısmı ve onların çocukları artık Almanya’da yaşamaya kararlı oldukları görünmektedir. Alman vatandaşlık kanunları yabancılara vatandaşlık verilmesi konusunda oldukça katıysa da, bu vatandaşlarımız da zamanla Alman vatandaşlığını elde etmektedirler ve elde edeceklerdir. Oysa pek muhtemelen kendilerini hiçbir zaman bir Alman olarak görmeyecekler ve hep Türk hissedeceklerdir. Bu nedenle bir devletin, ülkesine önemli ölçüde yabancı kabul etmesi, uzun vadede millî bütünlüğünün bozulmasına yol açabilir.

Göç konusunda Türkiye’nin başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye, kendi millî unsuruyla türdeş kişilere genellikle Türkiye’de yerleşmek ve Türk vatandaşlığına geçmek üzere göç izni vermiş, türdeş olmayan gruplara ise bu izni vermemiştir. Türkiye ekonomik bir cazibe merkezî olmadığından da, büyük ölçüde yabancı göçmen akınına uğramamıştır. Türkiye’ye gelen yabancıların çoğunluğu Turisttir veya Türkiye’de geçici süreyle çalışmaya gelmektedirler. Türkiye’de yerleşmek niyetiyle gelen yabancı sayısı millî bütünlük açısından tehlikeli düzeyde değildir. Bununla birlikte, Türkiye ekonomik ilerlemesini sağlar ve bir ekonomik cazibe merkezî haline gelirse, göç tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. Zira, Türkiye fakir ülkelerle çevrilidir. Türkiye’de yaşam düzeyi yükselirse, çevresindeki ülkelerden göç akınına uğrayabilir. Türkiye böyle bir ihtimalde özellikle Arap ve Afrika ülkelerinden gelmek isteyenlere karşı çok dikkatli davranmalıdır. Zira bu kişiler, gerçekte turist olarak veya geçici bir süre çalışmak üzere değil, yerleşmek niyetiyle geleceklerdir. Ve bu kişiler, Türk milletiyle hiçbir ortak özellik taşımamaktadırlar. Türk Vatandaşlığı Kanununa göre Türk vatandaşlığını kazanmak bazı hallerde çok kolaydır. Örneğin evlilik yoluyla Türk vatandaşlığını kazanmak oldukça kolay, hatta otomatiktir. Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, evlilik yoluyla Türk vatandaşlığını edilmesi gerçekleşmesi zor birtakım şartlara bağlanmalıdır.

 

BİBLİYOGRAFYA

166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530), Ankara, Başbakan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 1995, s. 213.

ABADAN (Yavuz), Amme Hukuku ve Devlet Nazariyeleri, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1952.

AFETİNAN (A.), Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazmaları, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1969.

AKBAY (Muvaffak), Umumî Amme Hukuku Dersleri, Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 1961.

AKİPEK (Ömer İlhan), Devletler Hukuku: Devletler Hukuku Şahıslarından Devlet, Ankara, Başnur Matbaası, Üçüncü Bası, Tarihsiz.

BAŞGİL (Ali Fuat), Esas Teşkilât Hukuku, İstanbul, Baha Matbaası, 1960.

CADOUX (Charles), Droit constitutionnel et institutions politiques, Paris, Cujas, 1988, c.I.

HUNTİNGTON (Samuel P.) ve DOMİNGUEZ (Jorge I.), Siyasal Gelişme, (Çev. Ergun Özbudun), Ankara, Siyasî İlimler Derneği Yayınları, Tarihsiz (Aslı 1975).

JELLİNEK (Georg), L’Etat moderne et son droit, (Traduction française par Georges Fardis), Paris, M. Giard & E. Brière, 1911, Cilt I.

KAPLANOĞLU (Raif), Bursa Yer Adları Ansiklopedisi, Bursa, Bursa Ticaret Borsası Kültür Yayınları, 1996.

KARPAT (Kemal H.) , Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, Afa Yayınları, 1996, s.71.

KARPAT (Kemal H.), Ottoman Population: 1830-1914, Wisconsin, The Universitty of Wisconsin Press, 1985.

KİEL (Machiel), “La diffussion de l’Islam dans les campagnes bulgares à l’époque ottomane (XVe-XIXe Siècles)”, Revue du Monde musulman et de la Mediterranée, no 66, 1992/4, s.39-53.

MCNALL BURNS (Edward), Çağdaş Siyasal Düşünceler: 1850-1950 (Çev. Alaeddin Şenel), Ankara, Birey ve Toplum Yayıncılık, 1982.

MERAY (Seha L.), Lozan, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1973, Takım II, Cilt 2.

OKANDAN (Recai Galip), Umumî Amme Hukuku, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 1968.

ÖZBUDUN (Ergun), Türk Anayasa Hukuku, Ankara, Yetkin Yayınları, 5’inci Baskı, 1998.

RENAN (Ernest), Qu’est-ce qu’une nation, Paris, 1882. Türkçe çevirisi için bkz. Ernest Renan, “Millet Nedir”, Ülkü, Sayı 77, Temmuz 1939, s.396 vd., Sayı 78, Ağustos 1939, s.514 vd.

RUMPF (Christian) , Türk Anayasa Hukukuna Giriş, Çev. Burak Öder, Ankara, 1995.

TEZCAN (Nuran) (Haz.), Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1989.

Yurt Ansiklopedisi (Çanakkale Maddesi).

ZABUNOĞLU (Yahya Kazım), Kamu Hukukuna Giriş: Devlet, Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 1973.


 


[1].   Recai Galip Okandan, Umumî Amme Hukuku, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 1968, s.677; Yahya Kazım Zabunoğlu, Kamu Hukukuna Giriş: Devlet, Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 1973, s.76.

[2].   Okandan, op. cit., s.682-684; Muvaffak Akbay, Umumî Amme Hukuku Dersleri, Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 1961, s.274-276; Ali Fuat Başgil, Esas Teşkilât Hukuku, İstanbul, Baha Matbaası, 1960, s.135-136; Yavuz Abadan, Amme Hukuku ve Devlet Nazariyeleri, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1952, s.173-175; Zabunoğlu, op. cit., s.79-81; Charles Cadoux, Droit constitutionnel et institutions politiques, Paris, Cujas, 1988, c.I, s.31.

[3].   Akbay, op. cit., s.275; Abadan, op. cit., s.177.

[4].   Ömer İlhan Akipek, Devletler Hukuku: Devletler Hukuku Şahıslarından Devlet, Ankara, Başnur Matbaası, Üçüncü Bası, Tarihsiz, s.87.

[5].   Irk birliği konusunda bkz. Muvaffak Akbay, op. cit., s.278-279; Okandan, op. cit., s.687-689; Abadan, op. cit., s.179-181; Başgil, op. cit., c.I, s.138-139.

[6].   Aktaran: Başgil, op. cit., s.138.

[7].   Başgil, op. cit., s.138.

[8].   Dil birliği konusunda bkz. Akbay, op. cit., s.279; Okandan, op. cit., s.689-691; Abadan, op. cit., s.181-182; Başgil, op. cit., c.I, s.139-141.

[9].   Din birliği konusunda bkz. Akbay, op. cit., s.279; Okandan, op. cit., s.687-689; Abadan, op. cit., s.182-183; Başgil, op. cit., c.I, s.141.

[10]. Başgil, op. cit., s.141.

[11]. Renan hakkında bkz. Edward McNall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler: 1850-1950 (Çev. Alaeddin Şenel), Ankara, Birey ve Toplum Yayıncılık, 1982, s.442-443.

[12]. Ernest Renan, Qu’est-ce qu’une nation, Paris, 1882. Türkçe çevirisi için bkz. Ernest Renan, “Millet Nedir”, Ülkü, Sayı 77, Temmuz 1939, s.396 vd., Sayı 78, Ağustos 1939, s.514 vd.

[13]. Okandan, op. cit., s.693.

[14]. Ibid.

[15]. Ernest Renan, Qu’est-ce qu’une nation, Paris, 1882, s.29 (nakleden Georg Jellinek, L’Etat moderne et son droit, (Traduction française par Georges Fardis), Paris, M. Giard & E. Brière, 1911, Cilt I, s.208).

[16]. Renan, Qu’est-ce qu’une nation, op. cit., s.26 (Une nation est une âme, un principe spirituel).

[17]. McNall Burns, op. cit., s.443.

[18]. Ibid.

[19]. Okandan, op. cit., s.693.

[20]. McNall Burns, op. cit., s.443.

[21]. Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara, Yetkin Yayınları, 5’inci Baskı, 1998, s.52.

[22]. A. Afetinan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazmaları, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1969, s.23’ten nakleden Özbudun, op. cit., s.52.

[23]. A. Afetinan, Medenî Bilgiler, op. cit., s.23-25’ten nakleden Özbudun, op. cit., s.52. Alıntı için keza bkz. Nuran Tezcan (Haz.), Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1989, s.24.

[24]. A. Afetinan, Medenî Bilgiler, op. cit., s.23-25’ten nakleden Özbudun, op. cit., s.52. Alıntı için keza bkz. Tezcan (Haz.), Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri, op. cit., s.24.

[25]. Ernest Renan, Qu’est-ce qu’une nation, Paris, 1882, s.26-29 ile karşılaştırınız.

[26]. Özbudun, op. cit., s.53.

[27]. Ibid.

[28]. Özbudun, op. cit., s.53.

[29]. Anayasa Mahkemesi, 11-14 Şubat 1975 Tarih ve E. 1973/38, K.1975/23 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 13, 247.

[30]. Anayasa Mahkemesi, 18 Şubat 1985 Tarih ve E.1984/9, K.1985/4 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 21, s.59-60.

[31]. Anayasa Mahkemesi, 7 Mart 1989 Tarih ve E.1989/1, K.1985/4 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 25, s.150 (Türban Kararı).

[32]. Anayasa Mahkemesi, 10 Temmuz 1992 Tarih ve E.1991/2 (Parti Kapatma), K.1992/1 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 28, Cilt 2, s.795-798 (Sosyalist Parti Davası).

[33]. Anayasa Mahkemesi, 14 Şubat 1997 Tarih ve E.1996/2 (Parti Kapatma), K.1997/1 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı34, Cilt 2, s.747 (Emek Partisi Davası).

[34]. Karşı görüş için bkz. Christian Rumpf , Türk Anayasa Hukukuna Giriş, Çev. Burak Öder, Ankara, 1995, s.51. Yazara göre Anayasanın 3’üncü maddesinde “resmî dilden öte bir şey kastedilmektedir” (Ibid.). Gerçekten de 3’üncü madde de, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” denmektedir. Maddenin metnine göre bir “resmî dil ” değil, “devlet dili”nden bahsedilebilse de, maddenin başlığında açıkça “resmî dil” denmektedir. Kanımızca bu konuda zorlama yorumlara gerek yoktur. 3’üncü maddede belirtilen şey, Türkçenin resmî dil  olmasından ibarettir.

[35]. 12 Nisan 1991 tarih ve 3713 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmış olan 19 Ekim 1983 tarih ve 2932 sayılı  Türkçe’den Başka Dille Yapılacak Yayınları Hakkında Kanunla bu konuda bazı kısıtlamalar getirilmekteydi.

[36]. Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, Afa Yayınları, 1996, s.71.

[37]. Metin için bkz. Seha L. Meray, Lozan, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1973, Takım II, Cilt 2, s.89-94.

[38]. Afrika ve Güney Amerika’da uygulanmış yığınla asimilasyon örneği için bkz. Samuel P. Huntington ve Jorge I. Dominguez, Siyasal Gelişme, (Çev. Ergun Özbudun), Ankara, Siyasî İlimler Derneği Yayınları, Tarihsiz (Aslı 1975), s.85-117.

[39]. Metin için bkz. Meray, Lozan, op. cit., Takım II, Cilt 2, s.89-94.

[40]. Machiel Kiel, “La diffussion de l’Islam dans les campagnes bulgares à l’époque ottomane (XVe-XIXe Siècles)”, Revue du Monde musulman et de la Mediterranée, no 66, 1992/4, s.48. (s.39-53).

[41]. Ibid.

[42]. Ibid.

[43]. Ibid., s.49.

[44]. Oranlar için bkz. Raif Kaplanoğlu, Bursa Yer Adları Ansiklopedisi, Bursa, Bursa Ticaret Borsası Kültür Yayınları, 1996, s.30. 1903 yılında Bursa’da 148 Rum okulunda 15.831 öğrenci vardı (Kaplanoğlu, op. cit., s.32). Oysa 1570 yılında Bursa’da sadece 70 hane Rum vardı (Ibid.). Bursa 1800’lerde önemli ölçüde Ermeni göçü almıştır. Orhangazi’ye bağlı Yeniköy, Ortaköy, Çengiler, Keramet, Garimüslim Gürle ve Sölöz ile Karsak köyleri Doğu Anadolu’dan Bursa’ya göçen Ermeniler tarafından kurulmuş nüfusu bini aşan saf Ermeni köyleriydi (Ibid., s.34). 1903 yılında Bursa’da 42 Ermeni okulunda 5.588 Ermeni öğrenci okuyordu (Ibid., s.33). 1900’lerin başlarında Ermenilerin ekonomik durumları oldukça iyiydi. Oysa, XV’inci yüzyılda Bursalı Ermenilerin durumu oldukça kötüydü. 10 hane Ermeni, 1487 yılında ekmek karşılığında Yeşil Camiine gelenlerin ayakkabılarının çamurlarını siliyorlardı (Ibid., s.33).

[45]. 166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530), Ankara, Başbakan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 1995, s. 213.

[46]. 1876 tarihli Cezair-i Bahr-i Sefid Salnamesi’nden aktaran Yurt Ansiklopedisi, s.1868 (Çanakkale Maddesi).

[47]. Kemal H. Karpat, Ottoman Population: 1830-1914, Wisconsin, The Universitty of Wisconsin Press, 1985, s.11.

[48]. Ibid.

 

 


Bu makalenin aslı "Türkiye Günlüğü"nde yayınlanmıştır.



Copyright

(c) Kemal Gözler. 2001-2004. Bu makaleye izin almadan link verilebilir. Ancak, bu makale, önceden izin almaksızın ne suretle olursa olsun, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, tekrar yayınlanamaz, dağıtılamaz, başka internet sitelerine metin olarak konulamaz. İzin için yazara başvurunuz. 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 3.3.2004 tarih ve 5101sayılı kanunla değişik 71 ve 72’nci maddeleri, bir kitabı herhangi bir yöntemle (fotokopi dahil) çoğaltanları, dağıtanları, satanları, elinde bulunduranları, paraya çevrilmeksizin, 2 (iki) yıldan 4 (dört) yıla kadar hapis cezası veya 50.000 liradan 150.000 liraya kadar ağır para cezasıyla veya zararın ağırlığı dikkate alınarak bunların her ikisiyle birden cezalandırmaktadır.

Alıntılar (İktibas) Konusunda Açıklamalar

Bu makaleden yapılacak alıntılarda (iktibaslarda) 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 35’inci maddesinde öngörülen şu şartlara uyulmalıdır: (1) İktibas, bir eserin “bazı cümle ve fıkralarının” bir başka esere alınmasıyla sınırlı olmalıdır (m.35/1). (2) İktibas, maksadın haklı göstereceği bir nispet dahilinde ve münderecatını aydınlatmak maksadıyla yapılmalıdır (m.35/3). (3) İktibas, belli olacak şekilde yapılmalıdır (m.35/5) [Bilimsel yazma kurallarına göre, aynen iktibasların tırnak içinde verilmesi ve iktibasın üç satırdan uzun olması durumunda iktibas edilen satırların girintili paragraf olarak dizilmesi gerekmektedir]. (4) İktibas ister aynen, ister mealen olsun, eserin ve eser sahibinin adı belirtilerek iktibasın kaynağı gösterilmelidir (m.35/5). (5) İktibas edilen kısmın alındığı yer belirtilmelidir (m.35/5).

5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 21.2.2001 tarih ve 4630 sayılı kanunla değişik 71’inci maddesinin 4’üncü fıkrası, 35’inci maddeye aykırı olarak “kaynak göstermeyen veya yanlış yahut kifayetsiz veya aldatıcı kaynak” göstererek iktibas yapan kişileri, 4 (dört) yıldan 6 (altı) yıla kadar hapis ve 50.000 milyar liradan 150.000 milyar liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırmaktadır.

Ayrıca Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 18 Şubat 1981 tarih ve E.1980/1, K.1981/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre kararına göre, “iktibas hususunda kullanılan eser sahibinin ve eserinin adı belirtilse bile eser sahibi, haksız rekabet hükümlerine dayanarak Borçlar Kanununun 49. maddesindeki koşulların gerçekleşmesi halinde manevi tazminat isteyebilir”.

Yukarıdaki şartlara uygun olarak alıntı yapılırken bu makaleye şu şekilde atıf yapılması önerilir:

Kemal Gözler, "Devletin Bir Unsuru Olarak 'Millet' Kavramı", Türkiye Günlüğü, Sayı 64, Kış 2001, s.108-123. (www.anayasa.gen.tr/millet.htm; erişim tarihi).

 


Editör: Kemal Gözler

Bu Sayfa: www.anayasa.gen.tr/millet.htm (Son Değişiklik: 20 Mayıs 2004)

Ana Sayfa: www.anayasa.gen.tr

 

(