16 Aralık 2019 tarihinde “İslâm Hukukunun Değeri: İslâm Hukuku, Batı Hukukuna Alternatif Olabilir mi?” başlıklı bir makale yayınladım.
Bu makaleye bazı tepkiler geldi. Bir de bir rastlantı oldu: Makalemin yayınlandığı günü izleyen günlerde “Faizsiz Finans Kuruluşlarının Bağımsız Denetimini Yürüten Denetçiler İçin Etik Kurallar” isimli bir düzenleyici işlemin Resmî Gazetede yayınlanması dolayısıyla lâiklik tartışması Türkiye’de tekrar alevlendi. Hâliyle makalemi yazdığım günlerde ben böyle bir düzenleme yapılacağından habersizdim.
“İslâm Hukukunun Değeri” başlıklı makaleme ek olarak bazı şeyler söylemek isterim. Bunları üç başlık altında toplayacağım. İlk başlıkta lâik hukukumuzun kemirilmesi sorununu örnekler göstererek tartışacağım. İkinci başlıkta ise İslâm hukukunun kendisine bir eleştiri yönelteceğim. Üçüncü başlık altında ise İslâm hukukunu bazı önyargılara karşı savunacağım.
Öncelikle belirtmek isterim ki, önceki makalemde de açıkladığım gibi, Türkiye’de İslâm hukuku tehlikesinin olduğunu, Türkiye’de İslâm hukukuna, belki daha doğru bir deyimle, İslâm hukuku görünümlü sahte bir hukuka geçilebileceğini düşünüyorum. Ancak bu geçişin, birden bire, tek bir gecede, bir hükûmet darbesiyle veya devrim yoluyla olacağını sanmam. Bu geçiş, adım adım, lâik hukuk sistemi kemirilerek, lâik hukukun kurumları tedrici bir şekilde İslâmî veya sözde İslâmî kurumlarla değiştirilerek olacaktır. Nasıl lâik eğitim sistemimiz [1], belli bir ölçüde dinî eğitim sistemiyle adım adım değiştirilmiş ise, pek muhtemelen hukukumuz da adım adım bu sözde İslâm hukuku ile değiştirilecek.
Türkiye’ye İran usûlü devrim yoluyla bir İslâm hukuku getirilmeyeceği açık. Türkiye’de İslâm hukuku, pek muhtemelen lâik hukukun içten içe çürütülmesiyle adım adım gelecek.
Türkiye’de demokrasi nasıl adım adım gerilemiş ise, lâiklik de öyle adım adım geriliyor. Türkiye’de nasıl ifade hürriyetimizi adım adım kaybetmiş isek, lâik hukukumuzu da aynı şekilde adım adım kaybediyoruz.
Türkiye’de lâik hukukumuzun kemirilmesi süreci çoktan başladı. Ben bu sürece aşağıda üç örnek vereceğim. Bunlardan birincisi “müftülere verilen evlendirme yetkisi”ne, ikincisi “helâl gıda sertifikasyonuna”una, üçüncüsü ise “faizsiz bankacılık”a ilişkin.
5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanununun 22’nci maddesinin 2’nci fıkrası, 19 Ekim 2017 tarih ve 7039 sayılı Kanunla değiştirilerek müftülüklere “evlendirme yetkisi” tanınmıştır.
633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 8’inci maddesine göre, müftüler, Diyanet İşleri Başkanlığının “il ve ilçe kuruluşlarının başında” bulunan görevlilerdir. Aynı Kanunun 1’inci maddesine göre Diyanet İşleri Başkanlığının görevi “İslâm Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek”ten ibarettir.
Diyanet İşleri Başkanlığının bir birimi olan müftülüklere verilen “evlendirme yetkisi”nin 633 sayılı Kanunun 1’inci maddesinde tanımlanan amaçlarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. O zaman neden müftülere evlendirme yetkisi verilmiştir? Bunun sebebi nedir?
Bunun sebebi, bir din görevlisi olduğu sanılan müftülere evlendirme görevi verilerek evlendirmeyi dinîleştirme gayreti olabilir.
Eleştiriler.- Müftülere evlendirme yetkisinin verilmesine iki eleştiri yöneltilebilir:
Müftülere evlendirme yetkisinin verilmesi İslâm hukukunun bir gereği değildir, böyle bir yetkinin İslâm hukuku ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
16 Aralık 2019 tarihinde yayınladığım “İslâm Hukukunun Değeri” başlıklı makalemde açıkladığım gibi İslâm hukukunda “imam nikahı” veya “dinî nikah” diye bir şey yoktur. Keza İslâm hukukunda “müftü nikahı” veya “müftülerin evlendirme yetkisi” diye bir şey de yoktur. İslâm hukukuna göre nikah akdi, kadın ve erkeğin evlenme yolundaki iradelerini iki şahit [2] huzurunda açıklamalarıyla inikat eder. Bu açıklamanın imam veya müftü huzurunda yapılması ve keza dua okunması gibi başka bir şartı da bulunmaz. Evlenme engelleri dışında, Türkiye’de kıyılan her resmî nikah, ister belediye başkanı tarafından, ister müftü tarafından kıyılmış olsun, İslâm hukuku açısından da geçerli birer nikahtır; çünkü resmî nikahta da, taraflar iki şahit huzurunda evlenme iradelerini açıklarlar.
İlave edeyim ki, müftülere evlendirme yetkisi verilmesinin İslâm hukukuyla bir ilgisinin olmadığı gibi, eski ve köklü bir geçmişe sahip olan ve halk nezdinde hâlâ belli bir ölçüde itibarı kalmış ender kurumlarımızdan biri olan müftülük kurumunun geleneksel fonksiyonuyla da bir ilgisi yoktur. Müftülük bir ifta makamıdır. Tarihte hiçbir zaman evlendirme yetkisine sahip olmamıştır. Böyle bir yetkinin müftülere verilmesi müftülük kurumunun ifsat edilmesi anlamına gelir. Bu yetkinin müftülere verilmesinin, müftülük makamının saygınlığı üzerinde de pek çok olumsuz etkisi vardır. Müftü efendilere nikah memuru gibi kırmızı cübbe giydirmek, onları nikah kıymak için düğün salonlarına göndermek, müftülük kurumunun saygınlığıyla ne derece bağdaşır?
Yine ilave edeyim ki, müftülere verilen evlendirme yetkisi, Diyanet İşleri teşkilatımızın görev bütünlüğünü de zedeler.
Müftülere evlendirme yetkisinin verilmesi ne işe yarıyor? Müftülere evlendirme yetkisi verildiğinde Türkiye’ye İslâm hukuku gelmiş mi oluyor? Hayır. Türkiye’de müftülere evlendirme yetkisi verildi diye Türkiye’ye İslâm hukuku gelmiş olmuyor. Çünkü müftülerin evlendirme yetkisinin İslâm hukuku ile uzaktan yakından bir ilgisi yok.
Müftülere evlendirme yetkisi verildi diye Türkiye’ye İslâm hukuku gelmiş olmaz; ama Türkiye’de lâiklik ilkesi kemirilmiş, içten içe çürütülmüş olur. Keza Türk hukukunun bütünlüğü ve tutarlılığı da bozulmuş olur. Hepsi bu.
Türkiye’de müftülere evlendirme yetkisini verenlerin İslâm hukukunu bildiklerini ve keza Türkiye’ye İslâm hukuku getirmek gibi bir kaygılarının olduğunu sanmam. Onların tek kaygıları lâiklik ilkesini çökertmek. Doğrudan doğruya kaldıramadıkları lâiklik ilkesini içten çürütmek.
Müftülere verilen evlendirme yetkisi, İslâm hukukunu bilen iyi niyetli kişiler tarafından getirilmiş olamaz. Bu yetki, ya İslâm hukukunu bilmeyen cahiller tarafından; ya da bilmesine rağmen, ne pahasına olursa olsun, lâik hukukumuzu çökertmek isteyen kişiler tarafından getirilmiştir.
Türkiye’de, 1 Kasım 2017 tarih ve 7060 sayılı Helâl Akreditasyon Kurumu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ile “helâl uygunluk değerlendirme kuruluşlarını akredite etmek, bu kuruluşların ulusal veya uluslararası standartlara göre faaliyette bulunmalarını ve bu suretle düzenledikleri belgelerin ulusal ve uluslararası alanda kabulünü temin etmek üzere kamu tüzel kişiliğini haiz, idarî ve malî özerkliğe sahip, özel bütçeli Helâl Akreditasyon Kurumu” kurulmuştur. Daha sonra Helâl Akreditasyon Kurumu, 15 Temmuz 2018 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 174 ve devamı maddelerinde tekrar düzenlenmiştir.
Helâl Akreditasyon Kurumu, bir kamu tüzel kişisidir. Yani devletimizin bir parçasıdır. 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 176’ncı maddesinin 5’inci fıkrasına göre, Helâl Akreditasyon Kurumunun ilk sıradaki geliri “genel bütçeden yapılacak yardımlar”dır. Kurumun yönetim kurulu ve danışma kurulu dışında, pek çok kamu görevlisinin çalıştığı bir genel sekreterlik teşkilâtı vardır. 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 183’üncü maddesine göre Kurum personeli, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümlerine tabidir; yani birer “devlet memuru”durlar.
16 Ekim 2019 tarih ve 30920 sayılı Resmî Gazetede “Helâl Uygunluk Değerlendirme Kuruluşlarının Akreditasyonu Hakkında Yönetmelik” ve “Helâl Akreditasyon Kurumu Danışma Kurulu Çalışma Usûl ve Esaslarına Dair Yönetmelik” yayınlanmıştır.
Görüldüğü gibi Helâl Akreditasyon Kurumu tam bir kamu kurumudur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir parçasıdır. Bu Kurumun temel görevi ise belli dine göre yenilmesi ve içilmesi güya helâl olan ürünlere sertifika verecek kuruluşlarını akredite etmek ve bu kuruluşların düzenledikleri belgelerin ulusal ve uluslararası alanda kabulünü temin etmektir.
Oysa Türkiye Cumhuriyetinin Anayasasının 2’nci maddesi Türkiye Cumhuriyeti lâik bir devlettir demektedir. Hiç tartışmaya gerek yok ki, Helâl Akreditasyon Kurumu bütün yönleriyle Anayasamızın 2’nci maddesinde öngörülen lâiklik ilkesine aykırıdır.
Eleştiriler.- Helâl gıda sertifikasyonuna iki eleştiri yöneltilebilir:
İslâm hukukunda yiyecek ve içeceklere helâl sertifikası verilmesine, yiyecek ve içeceklerin helâl olduğunun belgelendirilmesine asla gerek yoktur.
Öncelikle belirtelim ki, İslâm hukukunda hayvanı kesecek kişinin, ehl-i kitap olmak şartıyla, Müslüman olması şart değildir. Hıristiyan ve Yahudiler tarafından kesilmiş hayvanların etleri de helâldir. Keza hayvanın kesilirken besmele çekilmesi şart değildir. Besmele çekilmeden kesilmiş hayvanların etleri de helâldir.
İslâm hukukunda, domuz eti ve içki (hamr) gibi çok az sayıda yenilmesi veya içilmesi haram kılınmış yiyecek ve içecek vardır. İslâm hukukunda açıkça haram kılınmış yiyecek ve içecekler dışında her şeyin yenmesi, içilmesi, çiğnenmesi ve tüttürülmesi helâldir [3]. Tereddütlü bir durum var ise, örneğin bir etin domuz eti olup olmadığı bilinmiyorsa, “eşyada aslolan ibahedir” prensibi uyarınca o şeyin yenilmesi helâldir. Bir üründe domuz eti bulunduğu daha ilk bakışta (prima facie) anlaşılmıyorsa, o üründe domuz eti veya domuzdan elde edilmiş katkı maddesi olup olmadığını da araştırmak gerekmez. Zira Mecellenin 75’inci maddesinde denildiği gibi “tevehhüme itibar yoktur”.
Bir yiyeceğin ve içeceğin helâl olması için delil gerekmez; tersine haram olması için delil gerekir.
İslâm hukukunda “helâl sertifikası” diye bir şey olamaz. Bu bir saçmalıktır. İslâm hukukunda olsa olsa “haram sertifikası” olur. Eğer İslâm’a hizmet etmek istiyorsanız, “helâl akreditasyon kurumu” değil, “haram akreditasyon kurumu” kurun!
İslâm hukuku özgürlükçü bir hukuktur. İslâm hukukunda Kur'an ve hadisle açıkça yasaklanmamış her şey serbesttir. İslâm hukukunda helâlin sertifikasyonu olmaz; olsa olsa haramın sertifikasyonu olur.
Helâl sertifikasyonu, İslâm hukukunun bir ürünü değildir. Bu uygulama İslâm hukukunun temel kabullerini tepe taklak eden, İslâm hukukunu özgürlükçü bir hukuk olmaktan çıkaran, İslâm hukukunu yasakçı bir hukuk hâline getiren, İslâm hukukunu özünden saptıran, İslâm hukukunu ifsat eden bir uygulamadır.
Helâl sertifikasyonunun dinî veya fıkhî bir sebebi yoktur. Bunun tek sebebi ticarîdir. Helâl sertifikasyonu sayesinde bir haksız rekabet yaratılmaktadır. Helâl sertifikasyonu, İslâm hukukuna tacir fakihlerin katkısıdır. Tüccar kazanmış, İslâm hukuku kaybetmiştir.
Ticarî sebeplerle İslâm hukukunun temel ilkesi olan “eşyada aslolan ibahedir (in favorem libertatis)” ilkesi tersine çevrilmiştir. Tacirler para kazanmış, İslâm hukuku ise özünü kaybetmiştir.
Türkiye’de bu duruma İslâm hukukçularının pek azı açıkça karşı çıkmıştır. Bunların arasında eski Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nu zikretmek gerekir. Sayın Bardakoğlu, helâl gıda sertifikasyonuna açıkça karşı çıkmış ve şöyle demiştir:
Türkiye’de İslâm hukukçularının önemli bir kısmı ise -belki gerçekte tasvip etmemekle birlikte- helâl gıda sertifikasyonu uygulaması karşısında susmuşlar ve İslâm hukukunun temel ilkesi tepe taklak edilirken seyretmeyi tercih etmişlerdir. Bir kısmı ise bunu açıkça desteklemişler ve hatta sertifikasyonun genişletilmesini ve zorunlu hâle getirilmesini talep etmişlerdir. Örneğin Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Adnan Koşum şöyle yazmaktadır:
Görüldüğü gibi Prof. Dr. Adnan Koşum, sadece gıda ürünlerinde helâl sertifikasyonunu yetersiz görüyor; giyim ürünlerinde de sertifikasyon getirilmesini istiyor. Dahası ona göre arzulanan şey, güya, “insana yönelik üretim yapan bütün firmaların ürünlerinin, helâllik açısından sertifikasyon sürecine tâbi tutulmasının zorunlu hâle getirilmesi” imiş. Laik bir devlette nasıl olacak da bütün firmalar için böyle bir sertifikasyon zorunluluğu getirilecek? Laik bir devlette nasıl olacak da “bütün kurumların müslümanların dinî duyarlılıklarını nazarı itibara almaları” zorunlu olacak?
Yine Prof. Dr. Adnan Koşum’a göre, “bu durum [helâl sertifikasyonunun zorunlu hâle getirilmesini kastediyor], müslüman kimliğinin korunması itibarıyla da hayatî önemi haizdir”. Sayın Koşum, yanılıyor. Yukarıda açıklandığı gibi, helâl sertifikasyonu Müslüman kimliğinin bir unsuru asla değildir. Müslüman kimliği, sertifikasyona ihtiyaç olmadan, domuz eti ve içki gibi birkaç gıda dışında her şeyin yenilmesini, içilmesini ve dahi giyilmesini helâl sayan bir kimliktir. Müslüman kimliği, tereddütlü olan her durumda da, “eşyada aslolan ibahedir” prensibi uyarınca sertifikaya ihtiyaç duymadan, araştırma ihtiyacını hissetmeden bunları, helâl sayıp, tüketen ve kullanan bir kimliktir.
Bu vesileyle Türkiye’deki bazı İslâm hukuku hocalarına şunu söylemek isterim: Lütfen “Müslüman kimliği” konusunda konuşmayınız. Bu kimliği tanımlamak sizin tekelinizde değil. Her Müslümanın kendi kimliğini tanımlamaya hakkı vardır.
Helâl gıda sertifikasyonu İslâm hukukuna zarar verdiği gibi, lâik hukukumuza da zarar vermektedir. Helâl sertifikasyonunun İslâm hukuku ile bir ilgisi yoktur. Ne var ki bunun İslâm hukuku ile bir ilgisi olmasa da, uydurma da olsa, dinî inanışlarla ilgisi olduğu bir gerçektir. Lâik bir hukuk sisteminde dinî düşüncelerle hukukî düzenlemeler yapılması lâiklik ilkesine aykırılık teşkil eder. Bu şekilde lâik hukukun iç tutarlılığı bozulur; sistem içten çürür. Örneğin Türkiye’de lâik devletin bir parçası olan bir kamu tüzel kişisi (Helâl Akreditasyon Kurumu), dinsel içerikli hukukî düzenlemeler yapar hâle gelmiştir. Gerçi yukarıda açıklandığı gibi helâl sertifikasyonunun getirilmesiyle Türkiye’ye İslâm hukuku gelmiş olmuyor, ne var ki, helâl sertifikasyonu konusunda kanun, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ve yönetmelik çıkararak modern hukukumuzun kendi içinde bütünlüğü bozuluyor; lâiklik ilkesi içten içe çürütülüyor.
“İslâm Hukukunun Değeri” başlıklı makalemi yayınladığım günü izleyen günlerde, “Faizsiz Finans Kuruluşlarının Bağımsız Denetimini Yürüten Denetçiler İçin Etik Kurallar” isimli bir düzenleyici işleminin Resmî Gazetede yayınlanması nedeniyle Türkiye’de lâiklik tartışması tekrar gündeme geldi ve Türkiye’ye İslâm hukukunun getirilmeye çalışıldığı yolunda görüşler ileri sürüldü.
Gerçekten de 97 sayfa uzunluğunda olan söz konusu düzenleyici işlemin içinde Kur'an’dan yapılmış pek çok alıntı vardı ve bir alanı dine dayalı prensiplerle düzenliyordu. Söz konusu düzenleyici işlem Türkiye Cumhuriyetinin bir parçası olan kamu tüzel kişisinden, Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurulundan çıkıyordu.
Hiç tartışmaya gerek yok, bir kamu tüzel kişisinin dinî esaslara göndermede bulunan bir düzenleyici işlem yapması, yaptığı düzenlemede Kur'an’dan alıntı yapması lâiklik ilkesine aykırıdır. Keza böyle bir işlemin Resmî Gazetede yayınlanması da lâiklik ilkesine aykırıdır.
Eleştiriler.- Öncelikle belirteyim ki “faizsiz bankacılık”, sadece İslâm hukukuna değil, akla ve mantığa da aykırıdır. “Faizsiz bankacılık” terimi mükemmel bir “contradictio in adjecto” örneğidir. “Faizsiz bankacılık” tamlaması iki unsurdan oluşmaktadır ve bu iki unsur birbirini inkâr etmektedir. Bu temel eleştiriden başka faizsiz bankacılığa başlıca iki eleştiri yöneltilebilir:
“Faizsiz bankacılık” İslâm hukukuna bütünüyle aykırıdır. Zira İslâm hukukunda, hiç şüphe yok ki, “faiz (riba)” haram kılınmıştır. Kur'an’da faiz yasağına ilişkin pek çok açık ayet var.
Ne var ki “ödünç sözleşmesi (karz akdi)” helâldir. Hâliyle para da ödünç sözleşmesine konu olabilir. Bir kişi belli bir miktar parasını diğer bir kişiye iyilik olsun diye ödünç vermeyecekse, bunun için bir karşılık isteyecektir. İşte bu karşılığa “faiz (riba)” denir. İslâm hukukunda bu yasaktır. Faiz, konusu para olan ödünç sözleşmesinin [7] (karz akdinin) sonucudur.
Türkiye’de “faizsiz bankacılık” veya “katılım bankacılığı” denen şey, ne yaparsa yapsın, faiz yasağı kapsamına girer. “Faizsiz bankacılık” veya “katılım bankacılığı” denen sistemde, faiz yasağını aşmak için asıl sözleşmeyi gizler nitelikte araya satım sözleşmesi benzeri uydurma sözleşmeler konulur. Araya konulan bu sözleşmelerin hepsi göstermeliktir; tarafların gerçek niyetleri başkadır. “Faizsiz bankacılık” veya “katılım bankacılığı” çok ileri, çok sofistike bir “hile-i şer'iyye” [8] teorisidir. Dahası bu teori sadece devleti değil, Allah’ı da aldatmaya matuftur.
Mecellenin daha 2’nci maddesinde “bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir”; 3’üncü maddesine göre “ukudda i’tibar makaasıt ve meâniyyedir, elfaz ve mebâniye değildir (Sözleşmelerde itibar maksatlara ve manayadır, laflara ve beyanlara değildir)” denir. Bunlar İslâm hukukunda sözleşmelerin yorumuyla ilgili en temel ilkelerdir.
“Faizsiz bankacılık” veya “katılım bankacılığı” denen şey, Mecellenin ikinci ve üçüncü maddelerinde dile getirilen bu en temel ilkelerle çelişki halindedir.
Sözleşme, iki tarafın iradesiyle kurulur. İrade, belli bir sonuç doğurmaya yönelik arzudur. Para ödüncü sözleşmesinde, ödünç alan kişinin amacı, ihtiyaç duyduğu belli miktar bir paraya ulaşmak, ödünç veren kişinin amacı ise verdiği ödünç para karşılığında belli bir kazanç elde etmektir. Burada ödünç verilen paraya istediğiniz adı koyun, sözleşme sonucu ödünç verenin elde edeceği kazanca istediğiniz ismi verin, isterseniz bu sözleşme “satım sözleşmesi (bey’ akdi)”dir deyin, değişen bir şey olmaz. Bu sözleşme, hukukun gözünde bir “ödünç sözleşmesi (karz akdi)”dir. Dahası sadece hukukun gözünde değil, Allah’ın indinde de değişen bir şey olmaz; zira Allah, insanların kalbinden geçenleri bilir. Faizsiz bankacılık veya katılım bankacılığı yapanlar, herhâlde Türkiye Cumhuriyetini kandırdıkları gibi Allah’ı da kandıracaklarını sanıyorlar.
Durumu eski Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’ndan aldığım bir örnekle açıklayayım:
Görüldüğü gibi faizsiz bankacılık veya katılım bankacılığı İslâm hukukuna aykırıdır. Böyle bir şeyin İslâm hukukuyla bir ilgisi yoktur. Tersine İslâm hukukunun ifsadından başka bir şey değildir.
Bu nedenle Türkiye’de faizsiz bankacılığın veya katılım bankacılığının gelmesi Türkiye’ye İslâm hukukunun geldiğini göstermez.
İslâm hukuku, Türkiye’ye, faizsiz bankacılıkla ve keza Kur'an’a atıf yapan düzenleyici işlemleri Resmî Gazetede yayınlayarak gelmez. İslâm hukuku edille-i erbaa ile gelir. Edille-i erbaada ise faizsiz bankacılık diye bir şey yoktur.
Faizsiz bankacılıkla Türkiye’ye İslâm hukuku gelmiş olmaz; çünkü bunun İslâm hukuku ile bir ilgisi yoktur. Ama faizsiz bankacılık sayesinde modern hukukumuzun iç tutarlılığı bozulur; hukukumuzun temeli olan lâiklik ilkesi yara alır.
Faizsiz bankacılığın ve keza helâl gıda sertifikasyonunun fıkhî bir sebebi yoktur. Bunların tek sebebi ticarîdir. Fakihlerin kendilerini tacirlere karşı korumaları gerekir.
İslâm hukukçularının önemli bir kısmı, helâl gıda sertifikasyonu örneğinde helâl olanı haram kılmak, faizsiz bankacılık örneğinde olduğu gibi haram olanı da helâl kılmak için çok çaba sarf etmişlerdir. Hukukçunun görevi, helâl olanı haram kılmak veya haram olanı helâl kılmak değil, helâlin helâl, haramın da haram olduğunu söylemekten ibarettir.
Maalesef Türkiye’de kendilerine “İslâm hukukçusu” diyenlerin önemli bir kısmı, faizsiz bankacılığa “haram”, helâl sertifikasyonu uygulamasına da “bu İslâm hukukuna aykırı bir uygulamadır” diyememişlerdir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, bu “İslâm hukukçuları”ndan bir kısmı, helâl sertifikasyonuna ve faizsiz bankacılığa karşı çıkmayı bir yana bırakınız, daha da ileri giderek, bu uygulamaların içinde yer almışlar, bunlardan nemalanmışlardır.
Helâl Akreditasyon Kurumunun, helâl uygunluk değerlendirme kuruluşlarının, faizsiz bankacılık kurumlarının danışma kurullarında kaç tane “İslâm hukukçusu” görev alıyor? Helâl sertifikasyonu ve faizsiz bankacılık, Türkiye’de bazı İslâm hukukçuları için altın madeni fonksiyonu ifa ediyor. Vakıa artık Türkiye’de İslâm hukukçularının önemli bir kısmının bu konulardaki görüşüne conflict of interest nedeniyle itibar etmemek gerekir.
İlave edelim artık bazı üniversitelerimizde “helâl araştırma merkezleri” var. Yine bazı üniversitelerimizde faizsiz bankacılık, katılım bankacılığı, İslâmî bankacılık, İslâmî finans gibi isimler altında kurulmuş araştırma ve uygulama merkezleri var. Lâik devletin parasıyla helâlin ne olup olmadığı araştırıyorlar!
* * *İslâm hukuku, müftülere evlendirme yetkisi verilerek, helâl akreditasyon kurumu kurarak, faizsiz bankacılık sistemi getirilerek, Resmî Gazetede Kur'an’dan ayetler yayınlayarak Türkiye’ye getirilmez; ama bunlarla Türkiye’de lâiklik ilkesi içten içe kemirilir, çürütülür ve çökertilir.
Lâiklik ilkesinin çökmesi Türkiye’de İslâm hukukunun uygulandığını göstermez. Ama lâiklik ilkesinin çökmesi, Türk hukukunun iç tutarlılığının bozulması anlamına gelir. Gelecekte neyin olacağını tam olarak bilemeyiz; ama şu an Türkiye’de olan şey budur.
Neden Türkiye’de ve İslâm ülkelerinde “faizsiz bankacılık” diye oxymoron bir kavram var? Bunun sebebi çok basit. Malum iktisatta üretimin bir unsuru sermayedir. Sermaye kullanmadan üretim olmaz. Sermayenin karşılığı da faizdir. Sermaye sahipleri, gelir elde etme beklentisi olmadan neden sahip oldukları sermayeyi müteşebbislere ödünç versinler? Ellerindeki parayı neden riske atsınlar? Faizin olmadığı yerde müteşebbisler sermaye bulamazlar. Dolayısıyla üretim ve gelişme için, sermaye bulmak gerekir; bunun için de faiz vermek gerekir.
Ne var ki bu açıklama iktisadî bir açıklamadır. Faizin iktisaden gerekli olması, onun hukuken meşru olduğunu göstermez. İslâm hukukuna göre de faiz tartışmasız haramdır.
İktisadî gereklilikten hukukî sonuç istihraç edilemez. Hukukta sonuç normdan çıkarılır. Faiz iktisaden ne kadar gerekli olursa olsun, fıkhen haramdır.
İslâm hukukçularının faizi meşrulaştırmak gibi bir görevi yoktur. Hukuk bir bütündür. Kendi içinde tutarlı olmalıdır. İslâm hukukçuları, faizi meşrulaştırmak için hokkabazlık yapmaktan kaçınmalıdır.
Oysa sadece şimdi değil, geçmişte de, hatta İslâm hukukunun ilk yıllarından bu yana, İslâm hukukçuları arasında hep faize bir kılıf bulmak, faiz yasağını bir şekilde aşmak, yasağı dolanmak konusunda bir çaba olmuştur. Neticede İslâm’da faiz hukuku konusunda gelişmiş, çok sofistike, hacim olarak çok geniş bir literatür ortaya çıkmıştır. İslâm hukukunda faizin binbir çeşidi vardır. Bunları okursanız, neyin faiz, neyin faiz olmadığı konusunda dahi kafanız karışır. Tüm gelişmişliğine rağmen, İslâm faiz hukuku literatürü baştan sona hile üzerine, samimiyetsizlik üzerine kuruludur. İslâm faiz hukuku, çok ileri düzey bir hile-i şeri'yye teorisidir [10].
Bu teori, gerçek niyeti gizleme, şekil, lafız, muvazaa ve hile üzerine kurulu bir teoridir. Bu teori İslâm hukukunun saygınlığını en çok zedelemiş teorilerden biridir. Öyle ki bu teori yüzünden İslâm hukuku denince artık insanın aklına samimiyetsizlik ve hile-i şer'iyye geliyor. İslâm kültürü hile kültürüyle özdeşleşiyor [11]. Oysa İslâm hukukunun bunlarla bir ilgisi yoktur; İslâm hukuku bu dünyada insanların gerçek niyetlerine itibar eder. İslâm dininde de insanların gerçek niyetleri önemlidir. İslâm dininde Allah, insanların sadece yaptıklarını değil, kalplerinden geçenleri de bilir.
Burada İslâm hukukuna yöneltilmesi gereken iki eleştiri var:
Birinci eleştiri İslâm hukukçularının bir kısmına yöneliktir: Kur'an’da faiz haram kılınmıştır. Bu apaçık bir şey. Oysa İslâm hukukçularının azımsanamayacak bir kısmı enerjilerini, geçmişte de, günümüzde de, bu yasağı dolanmak için formül arayarak harcamışlardır. Hukuk sisteminizin en yüksek normunun açıkça yasakladığı bir şeyi dolanmak için neden enerji sarf ediyorsunuz? Bir hukukçu öncelikle kendi sisteminin temel normlarına saygı duyar.
Faizi helâl kılmak için binbir dereden su getiriyorsunuz. Faizi binbir türe ayırıyorsunuz. Oysa Bakara Suresinin 275’inci ayetinde “Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır [12] ( [ve ehalla Allahu-l bey’a ve harrame-r-ribâ = Allah, bey'i helal, ribayı haram kılmıştır])” denmektedir.
Söz konusu ayette “faiz (riba)” kelimesi, bir ayrıma tabi tutulmaksızın, yani “âmm lafız [13] (generale dictum)” olarak kullanılmıştır. “Generale dictum generaliter est interpretandum” [14], yani âmm lafızlar, genel ibareler, parçalanmadan genel olarak yorumlanır. “Ubi lex non distinguit, nec nos distinguere debemus” [15], yani kanunun ayrım yapmadığı yerde yorumcu da ayrım yapamaz. Allah, yani Şari', faizi, “âmm lafız” kullanarak yasaklamıştır. İsteseydi, ayrım yaparak yasaklardı. Şari'in ayrım yapmadığı yerde sizin ayrım yapmanız, Şari'in koyduğu kurala istisna getirdiğiniz anlamına gelir ki, bir kurala istisna getirme yetkisi ancak o kuralı koyan makama aittir [16].
Sizin yaptığınız şey nedir? Yorum mu? Görüldüğü gibi, Kur'an faizi apaçık bir şekilde yasaklamıştır. Açıklık durumunda yorum yapılmaz. Roma hukukundaki “interpretatio cessat in claris” prensibini [17] bilmiyorsanız, fıkıh usûlündeki “sarâhat, delâletten akvadır” [18] prensibini de mi bilmiyorsunuz? Mecellenin “tasrih mukabelesinde delalete itibar yoktur” diyen 13’üncü maddesini ve “mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur” diyen 14’üncü maddesini de mi okumadınız? Yaptığınız yorum, metnin anlamını bozan, çürüten, metni kemiren bir yorumdur. Sir Edward Coke’un dediği gibi “viperina est expositio quae corrodit viscera textus” [19]. Ne diyeyim? Bana “maledicta est expositio quae corrumpit textum” [20] demekten başka bir şey kalmıyor.
İkinci eleştiri bizzat İslâm hukukunun kendisine yöneliktir: Faiz yasağı normlar hiyerarşisinin en tepesinde yer alan Kur'an’da yazılıdır. Dolayısıyla bu yasağı değiştirmek mümkün değildir. Bu yasağı değiştirmek mümkün olmayınca da, hukukî sistem, iktisadî sistemin taleplerine cevap veremez hâle gelmiştir.
Benim İslâm hukukunun sorunlarına çözüm bulmak gibi bir görevim yok. Ama bu hukuku eleştirme hakkını kendimde görüyorum. Keza bu sorunu çözememiş bir hukukun modern bir dünyada uygulanamayacağı ve uygulanmaya kalkılmasının da felakete yol açacağı konusunda okuyucularımı uyarma hakkını da kendimde görüyorum.
Son olarak, burada, İslâm hukukunu bazı önyargılara karşı savunmak ve İslâm hukukunun modern Türk hukukuna dil konusunda yaptığı katkının önemine dikkat çekmek istiyorum.
Türkiye’de maalesef belirli bir kesimde İslâm hukukuna karşı oldukça olumsuz önyargılar vardır. İslâm hukukunda kadınların dövüldüğü, esir kadınların pazarda köle olarak satıldığı iddia ediliyor. İslâm hukukunun gayri medenî bir hukuk olduğundan dem vuruluyor.
Kanımca İslâm hukukuna karşı bu tür önyargıların başlıca üç nedeni var:
1. İslâm hukukuna karşı önyargıların birinci sebebi bilgisizliktir. Hayatında İslâm hukukuyla ilgili on sayfa bir metin okumamış bazı kişiler, kalkıp İslâm hukukunun vahşi bir hukuk olduğunu iddia ediyorlar.
2. İslâm hukukuna karşı önyargıların ikinci sebebi, İslâm hukuku teorisi ile İslâm hukukunun uygulaması arasında ayrım yapılmamasıdır. Önceki makalemde de açıkladığım gibi, İslâm hukuku teorisi ile İslâm hukuku pratiği arasında büyük fark vardır. Doğrudur, İslâm hukukunun uygulandığı ülkelerde vahşet vardır; ama bu İslâm hukuku teorisine mâl edilemez. Ben de önceki makalemde uygulama açısından İslâm hukukunu şiddetle eleştirdim. Tekrarlayayım: Eleştirilmesi gereken İslâm hukuku teorisi değil, İslâm ülkelerindeki uygulamalardır. Teoride İslâm hukuku asla vahşi bir hukuk değildir; tersine, adalete, barışa, özgürlüğe ve insan onuruna çok değer veren bir hukuktur.
3. İslâm hukukuna karşı önyargıların üçüncü sebebi, bu hukuku değerlendirirken, onun eski bir hukuk olduğunun unutulmasıdır. Bu sebep, İslâm hukukunun bizatihi teorisine yöneltilen eleştiriler söz konusu olduğunda önem kazanmaktadır. Doğrudur, İslâm hukuku teorisinde başta kadın-erkek eşitliği olmak üzere insan hakları konusunda eleştirilecek pek çok husus vardır. Bu gibi hususlarda eleştiri yaparken İslâm hukukunun eski bir hukuk olduğunu unutmamak gerekir. Bunları İslâm hukukunun ortaya çıktığı zamana göre değerlendirmek gerekir.
Kadın-erkek eşitliği ve insan haklarına ilişkin olarak İslâm hukukuna yöneltilen eleştirilerin hepsi, modern hukukumuzun temeli olan ve benim her zaman övdüğüm Roma hukukuna karşı da yöneltilebilir. Roma hukukunda kadın-erkek eşitliği yoktur. Roma hukukunda kadının statüsü, İslâm hukukundaki kadının statüsünden çok daha kötüdür.
Dahası Roma hukukunda pater familias kurumu, aile reisine, aile üyeleri üzerinde bir nevi efendinin köleler üzerinde sahip olduğu yetkileri verir. Roma hukukuna göre “pater familias (aile babası)”, aile evlatlarını dövebilir, hapsedebilir ve hatta öldürebilirdi. Keza pater familias, kendi çocukları dâhil aile üyelerini mancipatio yoluyla satabilirdi. Tiber nehrinin öteki tarafında (trans Tiberium) satılmışlarsa, satılan çocuklar köle olurlardı [21]. İslâm hukukunda ne koca, ne baba, ne de veli, aile üyeleri üzerinde bu yetkilere sahip değildir. Bu vesileyle belirtelim ki kölelerin durumu da İslâm hukukunda Roma hukukuna göre daha iyidir.
İslâm hukukunun eski bir hukuk olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. İslâm hukukuna antipatiyle değil, aynen Roma hukukuna olduğu gibi sempatiyle yaklaşılmalıdır. Mesele, bu hukukun teorik değerinde veya değersizliğinde değil, bu hukukun modern yaşamın sorunlarına çözüm bulmadan, günümüzde uygulanmaya kalkışılmasından kaynaklanmaktadır.
İslâm hukuku günümüzde Türkiye’de yürürlükte olan hukuk değildir; ama modern hukukumuzun terminolojisi İslâm hukukundan bize tevarüs etmiştir.
Osmanlı’nın son döneminde ve keza Cumhuriyetin başlarında Batıdan iktibas edilen temel kanunlarımızda kullanılan terimler hep İslâm hukukunun ürettiği, bize İslâm hukukundan miras kalan terimlerdir.
Avrupa kanunlarından Türkçeye çevrilmiş 1926 tarihli Türk Medenî Kanununun, 1926 tarihli Borçlar Kanununun, 1926 tarihli Ticaret Kanununun, 1926 tarihli Türk Ceza Kanununun, 1927 tarihli Hukuk Usûlü Muhakemeleri Kanununun, 1929 Tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun kullandığı hukuk terimleri hep İslam hukukunun terimleridir.
İsviçre kanunlarından iktibas edilmiş olan 1926 tarihli Türk Kanun-u Medenîsi ve 1926 tarihli Borçlar Kanununun dili ile İslâm hukukunun kurallarının derlendiği 1868-1876 yılları arasında ısdar edilen Mecelle-i Ahkam-ı Adliyenin dili arasında en ufak bir fark yoktur. Aynı hukukî kavram, kurum, işlem ve sözleşmeler için hep aynı terimler kullanılmıştır. Akit, icap, kabul, inikat, semen, teslim, hıyar, gabin, vefa, icar, bedel, akar, müstecir, kefalet, havale, rehin, rahin, mürtehin, emanet, vedia, ariyet, hibe, rücu, hacir, ikrah, şufa, şirket, vekalet, husumet, sulh, ibra, müddeabih, ikrar, dava, mürüruzaman, beyyine, hüccet, zilyet, şehadet, şahit, karine, kaza, hâkim, mahkumunbih, mahkumun aleyh, mahkumun leh, tahkim, hüküm. Eminim yeni Türk Medenî Kanunundan ve yeni Türk Borçlar Kanunundan önce Türkiye’de hukuk eğitimi almış kişiler yukarıdaki cümlede sayılan hukukî terimleri okuduklarında “evet bunları hatırladım, bunlar eski Medenî Kanunda ve eski Borçlar Kanununda geçen terimlerdi” diyeceklerdir. Yanılıyorlar. Bu terimleri, eski Medenî Kanundan veya eski Borçlar Kanunundan değil, Mecelleden aldım.
Mecellenin dili ile eski Medenî Kanunun veya eski Borçlar Kanununun dili arasında bir fark yoktur. Hatta ben şahsen Mecellenin dilini, eski Borçlar Kanununun diline kıyasla günümüz diline daha yakın bulurum.
Görüldüğü gibi Batı kanunları Türkçeye İslâm hukuku terimleri kullanılarak başarıyla çevrilmiştir. Eğer Türkiye’de yerleşik bir İslâm hukuku terminolojisi olmasaydı, Batı hukukunu iktibas etmek belki mümkün olmayacaktı.
Nitekim İslâm hukukunda mevcut olmayan kurum ve kavramlar söz konusu olduğunda Batı kanunlarının Türkçeye çevrilmesinde başarılı olunamamıştır. Bu konuda örnek olarak res iudicata kavramının Türkçeye doğru bir şekilde çevrilememiş olması gösterilebilir. Bu kavramın İslâm hukukunda bir karşılığı yoktur. Bu nedenle bu kavrama 1926 ve 1927 yıllarında batılı temel kanunlar, Türkçeye çevrilip alınırken doğru bir karşılık bulunamamıştır. İlave edeyim ki, bu kavramın Türkçede hâlâ doğru bir karşılığı yoktur. Bu konuda benim 2007 yılında yayınladığım “Res Iudicata’nın Türkçesi Üzerine” başlıklı makaleme bakılabilir [22].
Hukuk dili günümüzde 2000 sonrası çıkarılmış temel kanunlar yüzünden çok büyük ölçüde İslâm hukuku terminolojisinden kopmuştur. Koparken de fakirleşmiştir. Eski kanunlarımızdaki hukuk dili, öğrenilmesi zor da olsa, oldukça zengindi. Bu dildeki terimler, kendisi için kullanıldığı kavram, kurum ve nesneleri tam ve sarih olarak ifade ediyordu. Örneğin eski Borçlar Kanunumuzda zamanla ilgili olarak “müddet”, “ecel”, “vade”, “mehil” kelimeleri kullanılıyordu; yeni Borçlar Kanunumuzda -vade dışında-, bunların hepsi yerine “süre” kelimesi kullanılıyor. Oysa “müddet” başka, “ecel” başka, “vade” başka, “mehil” daha başkadır. Böylece hukuk dilimiz, dört kelimeden bir kelimeye inerek fakirleşmiştir.
Yukarıda faiz ile ilgili yerde geçtiği için bir örnek daha vereyim: Eskiden “ariyet” ve “karz” olmak üzere birbirine benzer iki ayrı akit ismi vardı. Artık her ikisi için de “ödünç” terimi kullanılıyor. Aradaki farka işaret etmek gerektiğinde “kullanım ödüncü” ve “tüketim ödüncü” deniyor. Oysa bunlar bir terim değil, tanımdır. Dilimiz gene fakirleşti.
Belirtelim ki, İslâm hukuku terimleri Türkiye’de 2000’li yıllarda mevzuatımızdan tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyeyi yapan -2001 tarihli Türk Medenî Kanunu dışında-, muhafazakar olduğunu iddia eden AKP iktidarıdır.
Dahası Türkiye’de 2000’lerden sonra yazılmış İslâm hukuku kitaplarının önemli bir kısmının dilinin oldukça öz Türkçe olduğunu hayretle gözlemliyorum. Türkiye’de 1980’lerde yazılmış bir Türk medenî hukuku veya Türk borçlar hukuku ders kitabının dili, 2000’lerde yazılmış bir İslâm hukuku kitabının dilinden çok daha ağırdır ve İslâm hukukunun özgün Arapça terminolojisine çok daha yakındır. 1980’lerde Türkiye’de hukuk okumuş bir öğrenci, günümüzde ilahiyat okuyan öğrencilere göre İslâm hukukunu öğrenmek bakımından terminoloji açısından çok daha donanımlıdır.
Bazen Türkiye’de 2000 sonrası yazılmış İslâm hukuku kitaplarına bakarken hangi muameleden, hangi akitten bahsedildiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Allah aşkına siz bari, bin yıllık geçmişe sahip İslâm hukuku terimlerini kullanın. Siz bari akde sözleşme, muameleye işlem, icaba öneri, muhakemeye yargılama, ariyete ödünç demeyin!
1. Türkiye’de müftülere verilen evlendirme yetkisi, helâl gıda sertifikasyonu ve faizsiz bankacılık gibi İslâm hukuku görünümlü uygulamalar var. Bunların gerçekte İslâm hukuku ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Hatta bunlar İslâm hukukuna aykırı uygulamalar.
İslâm hukuku, müftülere evlendirme yetkisi verilerek, helâl akreditasyon kurumu kurarak, faizsiz bankacılık sistemi getirilerek, Resmî Gazetede Kur'an’dan ayetler yayınlayarak Türkiye’ye getirilmez; ama bunlarla Türkiye’de lâiklik ilkesi içten içe kemirilir, çürütülür ve çökertilir.
Lâiklik ilkesinin çökmesi Türkiye’ye İslâm hukukunun geldiğini göstermez. Ama lâiklik ilkesinin çökmesi, Türk hukukunun iç tutarlılığının bozulması anlamına gelir.
Sahte İslâm hukuku uygulamaları, sadece lâik hukukumuza zarar vermiyor. Bu uygulamalar aynı zamanda İslâm hukukuna da zarar veriyor; onu özünden uzaklaştırıyor ve ifsat ediyor.
2. Faiz yasağına ilişkin İslâm hukukuna yöneltilmesi gereken iki eleştiri var. Birinci eleştiri İslâm hukukçularına yöneliktir: Kur'anda faiz açıkça haram kılınmıştır. Oysa İslâm hukukçularının azımsanamayacak bir kısmı, geçmişte de, günümüzde de, bu yasağı dolanmak için enerjilerini tüketiyorlar.
İkinci eleştiri bizzat İslâm hukukunun kendisine yöneliktir: Faiz yasağı İslâm normlar hiyerarşisinin en tepesinde yer alan Kur'an’da yazılıdır. Dolayısıyla bu yasağı değiştirmek mümkün değildir. Bu yasağı değiştirmek mümkün olmayınca da, modern iktisadî yaşamın ihtiyaç duyduğu tutarlı bir hukuk sistemi oluşturulamıyor. Neticede samimiyetten uzak, hile üzerine kurulu bir sistem ortaya çıkıyor.
İslâm hukuku, geçen makalemde belirttiğim sorunları ve keza bu makalemde belirttiğim faiz sorununu çözememiş bir hukuktur. Bu gibi sorunları çözememiş bir hukukun modern bir dünyada uygulanamayacağını ve uygulanmaya kalkılmasının da felakete yol açacağını düşünüyorum.
3. Türkiye’de belirli bir kesimde İslâm hukukuna karşı oldukça yaygın olumsuz önyargılar var. İslâm hukukunu bu önyargılara karşı savunmak gerekir. Bu önyargılar, bir yandan teori ile uygulama arasında ayrım yapılmamasından, diğer yandan da İslâm hukukunu değerlendirirken, onun ait olduğu zamanı dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. İslâm hukukunda eleştirilen pek çok hususun daha kötüsü Roma hukukunda da vardır. Bu hususlar Roma hukukunu değersiz kılmıyor. Ama kimse de bugün Roma hukukunu iki bin yıl önceki hâliyle uygulanmasını talep etmiyor. Bugün dünyada pek çok ülkede Roma hukuku kaynaklı hukuk yürürlüktedir. Ama yürürlükteki hukuk ile klasik Roma hukuku arasında başta insan hakları, kadın-erkek eşitliği olmak üzere pek çok konuda önemli farklar vardır. Roma hukuku donmuş, gelişime kapalı bir hukuk değildir.
İslâm hukukunda ise durum farklı. Bugün uygulanması talep edilen İslâm hukuku ile 1300 yıl önceki İslâm hukuku arasında çok büyük bir fark yok. İslâm hukukunda normlar hiyerarşisi dinamik değil. Teori, belli bir seviyedeki normlardan daha yukarısındaki normlarda değişikliğe müsaade etmiyor. Bu nedenle de karşılaşılan modern sorunlar çözülemiyor veya bunları çözmek için hile-i şer'iyye yöntemlerine başvuruluyor. Bu hâliyle İslâm hukukunun günümüzde uygulanmaya teşebbüs edilmesi felakete yol açar.
4. 2000’lere kadar Türk modern hukukuna İslâm hukukundan kalmış çok değerli bir miras vardı: Hukuk dilimiz. Bu dil kavram olarak oldukça zengin ve tutarlı idi. İslâm hukukundan tevarüs eden hukuk terminolojisi sayesinde Türkiye’de Batılı kanunlar başarılı bir şekilde Türkçeye çevrilebilmiştir. İslâm hukukundan bize kalan hukuk terminolojisi olmasaydı, Batılı kanunları Türkçeye çeviremeyebilirdik. İslâm hukukundan bize miras kalan bu zengin hukuk dili, Türkiye’de 2000’lerde tasfiye edilmiştir. Bu dilden, öz Türkçe ağırlıklı terimlerin kullanıldığı bir hukuk diline geçilmiştir. Bu geçiş süreci daha önce başlamış ise de, bu süreci tamamlayan muhafazakar olduğunu iddia eden AKP iktidarıdır.
* * *Sonucun Sonucu.- İslâm hukuku bırakın modern toplumun sorunlarını çözmeyi, kendi içindeki sorunları dahi çözmeyi başarabilmiş bir hukuk değildir. İslâm hukukunda pek çok konuda belirsizlik, işin içinden çıkılamayacak ölçüde tartışma vardır. Örneğin İslâm hukuku, faiz meselesini çözmüş bir hukuk değildir. Bu mesele bizzat İslâm hukukunun kendi içinde tartışmalıdır. Kendi sorunlarını dahi çözememiş bir hukuk sisteminden modern toplumun sorunlarını çözmek için medet ummak ne büyük bir saflıktır!
8 Ocak 2020