Ülkemizde hükûmet sistemini değiştiren 16 Nisan 2017 referandumuyla onaylanan 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu hakkında, ilki 21 Aralık 2016, sonuncusu 26 Nisan 2017 tarihinde olmak üzere, www.anayasa.gen.tr’de toplam 12 makale yayınlamışım.
Bu makalelerden ilk altısı, 11 Mart 2017 tarihinde yayınladığım Elveda Anayasa başlıklı kitapta; son altısı ise 16 Mayıs 2017 tarihinde yayınladığım Referandumdan Önce, Referandumdan Sonra başlıklı kitapta toplanmıştı.
Doğrusu bu makaleleri aynı kitapta toplamaktı. Ancak referandumun tartışmalarına zamanında katkıda bulunmak amacıyla ilk altı makaleyi topladığım birinci kitabı (Elveda Anayasa) 11 Mart 2017 tarihinde yayınlamayı tercih ettim.
Böylece aynı süreçte yazılmış ve aslında birbirinin devamı niteliğinde on iki makale, iki ayrı kitapta toplanmış oldu. İşte şimdi, üzerinden neredeyse dört yıl geçtikten ve her iki kitabın baskıları tükendikten sonra, bu iki kitabı birleştirme, daha doğrusu Referandumdan Önce, Referandumdan Sonra başlıklı ikinci kitapta yer alan makaleleri, Elveda Anayasa başlıklı birinci kitaba alma imkânım doğdu.
İki kitabın birleştirilmesinden oluşan bu kitaba yeni bir başlık koymak yerine ilk kitabın başlığı olan Elveda Anayasa başlığını korudum. Doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum; çünkü asıl kitap bu birinci kitaptı; ikinci kitap, birinci kitabın devamıydı.
Hükûmet sistemimizi baştan sona değiştiren bir Anayasa değişikliği halkoylamasına sunuldu. 16 Nisan’da oylayacağız. Bu Anayasa değişikliğini hazırlayanların Türkiye’ye “başkanlık sistemi” getirmek iddiasıyla yola çıktıkları herkesin malûmu. Ne var ki halkoylamasına sunulan sistemin başkanlık sistemiyle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Çünkü başkanlık sistemi bir kuvvetler ayrılığı sistemidir. Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme organları birbirinden bağımsız olarak seçilir ve birbirinden bağımsız olarak görevlerini sürdürürler. Biri diğerinin görevine son veremez. Oysa önerilen sistemde Cumhurbaşkanı da, TBMM de, kendi seçimlerinin yenilenmesini göze almak kaydıyla diğerinin görevine son verebilmektedir. Böyle bir sistemin “başkanlık sistemi” olduğunun söylenmesi muazzam bir yalandır.
Muhtemelen bu nedenle Adalet ve Kalkınma Partisi, önerilen sistem için, çoğunlukla “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” ibaresini kullanıyor. Ne var ki, “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” diye bir sistem, anayasa hukuku literatüründe şimdiye kadar duyulmuş bir sistem değildir ve eğer hukuk terimleriyle, dilsel simgeler değil, kurumlar kastediliyor ise böyle bir sistemin olması mantıken mümkün de değildir. Yürütme organı, monist yapıdaysa, bu sisteme, ister “başkanlık sistemi”, ister “Cumhurbaşkanlığı sistemi”, isterse “X sistemi” denilsin, değişen bir şey olmaz. Türkiye’de önerilen hükûmet sistemine “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” isminin verilmesi, bir kelime oyunundan, bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Türkiye’de önerilen sistem, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş, duyulmamış, bir “Neverland hükûmet sistemi”dir. Bu sistem, demokratik dünyada denenmemiş bir sistemdir; dolayısıyla sonuçlarının ne olacağı belli değildir. Hükûmet sistemleri, anayasa hukuku biliminin verilerinden uzaklaşılarak, özgün modeller “kurgulanarak”, deneysel sistemler tasarlanarak düzenlenebilecek, tabir caiz ise, üzerinde kumar oynanabilecek bir şey değildir. Bu alanda kumar, hürriyetin ve demokrasinin kaybıyla sonuçlanır.
Hiç olmazsa, bu “Neverland sistemi”ni tasarlayanların, halka saygıları varsa, halkoylamasından önce, halkın karşısına çıkıp, açıkça ve dürüstçe, önerdikleri sistemin başkanlık sistemiyle uzaktan yakından ilgisi olmadığını, önerilen sistemin dünyada eşi benzeri görülmemiş yepyeni bir sistem olduğunu söylemeleri gerekir. Halkın neye oy vereceğini bilmesi, halkın en doğal hakkıdır.
Yıllarca üniversitede anayasa hukuku dersi vermiş, anayasa hukuku alanında pek çok kitap ve makale yazmış, hayatını anayasa hukukuna adamış bir akademisyen olarak, bu Anayasa değişikliği teklifini okumuş olmaktan dolayı derin bir üzüntü içindeyim. Anayasa değişikliği kabul edilirse, artık “elveda kuvvetler ayrılığı”, “elveda anayasa” demekten başka söyleyecek bir söz kalmayacak.
21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanununun daha TBMM Genel Kurulunda görüşülmeye başlanmasından önce, 22 Aralık 2016 tarihinde, www.anayasa.gen. tr’de bu Anayasa değişikliği teklifini eleştiren “Elveda Kuvvetler Ayrılığı, Elveda Anayasa” başlıklı bir makale yayınladım.
Anayasa değişikliği teklifi, TBMM tarafından 21 Ocak 2017 tarihinde kabul edildi ve referanduma sunuldu. Referandum 16 Nisan 2017 tarihinde yapıldı. Anayasa değişikliği, bu referandumda yüzde 51,4 oranında “evet” oyuyla kabul edildi.
Bu süreçte sürecinde, söz konusu Anayasa Değişikliği Kanunu veya bu Kanunun onaylandığı referandumu eleştiren ilki 20 Şubat 2017’de ve sonuncusu 5 Mart 2017 tarihinde olmak üzere toplam beş makale yayınladım.
22 Aralık 2016 tarihinde yayınladığım makaleyi ve 20 Şubat 2017 ile 5 Mart 2017 tarihleri arasında yayınladığım beş makaleyi Elveda Anayasa başlıklı bir kitapta topladım ve bu kitabı, referandum sürecindeki tartışmalara bir katkıda bulunabilmesi amacıyla, hızlı bir şekilde, 11 Mart 2017 tarihinde yayınladım. Bu tarihte kitabı yayınlarken, referanduma karşı yazmayı düşündüğüm makaleleri yazdığımı düşünüyordum. Bir yazar olarak benim açımdan artık mesele kapanmıştı.
Ne var ki 16 Nisan 2017 referandumundan önce, aynı konuda üç makale daha yazmak ve bunları da anayasa.gen.tr’de yayınlamak zorunda kaldım. Referandumdan sonra da referandum sonuçlarıyla ilgili olarak tartışmalar ortaya çıktı ve üç makale daha yazdım ve bunları da anayasa.gen.tr’de yayınladım.
Bu altı makaleyi de 16 Mayıs 2017 tarihinde yayınladığım “Referandum Önce, Referandum Sonra” başlıklı bir kitapta topladım.
Böylece aynı süreçte yazılmış ve aslında birbirinin devamı niteliğinde on iki makale, iki ayrı kitapta toplanmış oldu. Doğrusu bu makaleleri aynı kitapta toplamak idi. Ama ilk altı makale referanduma yetişsin diye referandumdan önce Elveda Anayasa başlıklı kitapta yayınlanmıştı ve bu kitabın üçüncü baskısı stokta duruyordu. Bu nedenle o zaman bu iki kitabı birleştirme imkanı olmadı. İşte üzerinden neredeyse dört yıl geçtikten sonra, her iki kitabın baskıları tükendikten sonra, bu iki kitabı birleştirme, daha doğrusu Referandumdan Önce, Referandumdan Sonra başlıklı ikinci kitabı Elveda Anayasa başlıklı birinci kitabın içine alma imkânı doğdu.
İki kitabın birleştirilmesinden oluşan bu kitaba yeni bir başlık koymak yerine ilk kitabın ismi olan “Elveda Anayasa” başlığını korudum. Doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum; çünkü asıl kitap bu birinci kitaptı; ikinci kitap, birinci kitabın devamıydı.
Makaleleri bu kitabın bölümleri hâline getirirken, onların makale şekillerine dokunmadım. Bu nedenle kitaptaki iç atıflarda “kitabın falanca bölümüne bakınız” değil, makalelerin orijinalinde olduğu gibi “anayasa.gen.tr’de falanca tarihte yayınladığım filanca başlıklı makaleye bakınız” formülünü kullandım. Bununla birlikte iç atıflarda parantez içinde bu kitaptaki makale ve sayfa numarasını da ek bilgi olarak belirtmeye çalıştım.
Makale formatına dokunmamamın asıl sebebi, bu makalelerin, belirli bir tarihsel süreçte, gün gün, hafta hafta, yazılmış makaleler olmalarıdır. Bu makalelerin anlam ve değeri, sadece içeriklerine değil, yazıldıkları tarihsel döneme de bağlıdır.
Makaleleri kitaba aktarırken üzerlerinde yer yer küçük düzeltmeler ve geliştirmeler yaptım. En fazla ekleme, “Demokrasi Nasıl Korunabilir? Uyuyan Devi Uyandırmak” başlıklı son makalede oldu. Bu makalenin ana metnindeki küçük düzeltmeler dışında, sonuna 22 sayfa uzunluğunda üç ayrı ek koydum.
10 Şubat 2020. K.G.
Bu kitabı neden yazdım?
Hükûmet sistemimizi baştan sona değiştiren, Anayasamızın toplam 69 maddesini etkileyen çok önemli bir Anayasa Değişikliği Kanunu halkoylamasına sunuldu. 16 Nisan’da oylanacak. Herkes konuşuyor. Tek konuşmayanlar anayasa hukukçuları! “Topçular” ve “popçular” konuşuyor; anayasacılar susuyor! Bir zamanlar, televizyonlara haber spikerleri kadar çok çıkan meslektaşlarımız vardı. Şimdi nerdeler? Bir zamanlar, vesayete karşı savaş açan, demokrasi, insan hakları gibi kavramları dilinden düşürmeyen meslektaşlarımız vardı. Şimdi nerdeler?
Bu kitabı ben de susanlardan biri olmamak için yazdım!
* * *Aslında ben, sahip olduğum “hukukun saf teorisi” anlayışı gereği, hukuk bilim adamlarının güncel siyasal konulardan uzak durması gerektiğine inanan biriyim. 30 yıl kadar önce genç bir araştırma görevlisi iken, siyasî konularda televizyonlarda konuşan, gazetelere beyanat veren anayasa hukuku hocalarını gördükçe “ben bu hocalar gibi olmayacağım” dedim ve televizyonlara, gazetelere beyanat vermemeye yemin ettim. Bu yeminimi bozmuş değilim. Pek çok defa çağrılmama rağmen, hiçbir zaman televizyonlara çıkmadım ve gazetelere beyanat vermedim. Televizyon kanallarında cahilleri dinledim. Dinlemeye de devam ediyorum. Gün geçtikçe cehaletin de seviyelerinin olduğunu görüyor ve eski cahilleri özlüyorum.
Yine yıllar önce Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde genç bir araştırma görevlisi iken, sadece gazetelere ve televizyonlara beyanat vermemeye değil; güncel siyasî konularda, akademik tarzda olsa bile yazmamaya da yemin etmiştim. Çalıştığım konu siyasetle iç içe de olsa, geçmişte de bugün de, belirli bir siyasî iktidarı desteklemenin veya ona karşı çıkmanın bir bilim adamının görevi olmadığına inandım ve inanmaya da devam ediyorum.
Ne var ki, geçmişte birkaç olayda, bu ilkem beni ahlâken rahatsız etti ve sessizliğimi bozup, televizyon kanallarında veya gazetelerde olmasa da, akademik dergilerde birkaç makale yazmak zorunda kaldım [1]. Bugün de 16 Nisan’da oylanacak Anayasa değişikliği hakkında, yukarıdaki ilkemden ayrılıp bu kitabı yazma ihtiyacını hissettim. Çünkü halka Anayasa değişikliğiyle “cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” veya “başkanlık sistemi” getirileceği söyleniyor. Oysa aşağıda Üçüncü Bölümde açıklandığı gibi, “cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” diye bir sistem anayasa hukuku literatüründe yoktur; olması da mümkün değildir. Önerilen sistemin “başkanlık sistemi” olduğu iddiası ise muazzam bir yalandır. Böyle bir yalan karşısında susacak değilim.
Bu kitabı bunun için yazdım!
* * *Benim 1990 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde savunduğum 219 sayfalık yüksek lisans tezim “Kurucu İktidar” [2], 1995 yılında Bordeaux Üniversitesi Hukuk Fakültesinde savunduğum 774 sayfalık doktora tezim “Anayasayı Değiştirme İktidarı” [3] üzerinedir. İzleyen yıllarda, Anayasa değişikliklerinin usûlü ve sınırlarına ilişkin başka kitaplar ve makaleler de yazdım [4]. Anayasa değişiklikleri konusunda şimdiye kadar yazdıklarımın toplamı herhalde 1500 sayfayı çoktan geçmiştir. Keza şimdiye kadar, hükûmet sistemleri konusunda da makaleler yazdım [5]. Yine neredeyse her anayasa hukuku kitabımda hükûmet sistemlerine ayrılmış bir bölüm var. Örneğin sadece Anayasa Hukukunun Genel Teorisi isimli kitabımda hükûmet sistemleriyle ilgili konulara 95 sayfalık bir yer ayrılmıştır [6].
Herhalde Anayasa değişiklikleri ve hükûmet sistemleri konusunda herkesin uzman kesildiği bugünlerde, bu konularda, binlerce sayfa yazmış biri olarak benim de konuşmaya hakkım vardır.
Bu kitabı bunun için yazdım!
* * *Anayasa hukukunu ve özellikle de Anayasa değişikliklerini ve hükûmet sistemlerini bilen bu alanda eserler vermiş bir bilim adamı olarak gözlemlerimi kamuoyuyla paylaşmayı ve bu konuda herkesi uyarmayı üzerime vazife sayıyorum. Yanlış bir Anayasa değişikliğiyle karşı karşıyayız. Bu değişiklik kabul edilirse bu ülke zarar görecek. İşte bu kitapta bu Anayasa Değişikliği Kanununun neden yanlış olduğu ve onaylanması hâlinde ülkeye nasıl zarar vereceği açıklanıyor. Bunu söylemek ve herkesi uyarmak benim ödevim.
Nasıl salgın bir hastalığa yol açan yeni bir virüsün ortaya çıktığını ve hızla yayıldığını gözlemleyen bir tıp profesörü, bu virüsü yetkili makamlara bildirmek ve halkı da bu konuda uyarmak zorundaysa, ben de aynı şekilde, Anayasa değişikliği konusunda gözlem ve eleştirilerimi ilgililerle paylaşmak ve vatandaşları bu konuda uyarmak zorunda olduğumu hissediyorum.
Bu kitabı bunun için yazdım!
* * *Hâliyle benim, Anayasa değişikliğinin gerçekleşmesini engelleyecek bir gücüm yok. Benim gücüm ve sorumluluğum, yaptığım gözlemleri ve eleştirileri okuyucularımla paylaşmaktan ibaret.
* * *Doluya yakalandık. Ülkemizdeki siyasal gelişmeler üzerimize dolu gibi yağmaya devam ediyor. Bizler dolu yağarken saçak altına sığınan ve dolunun geçmesini bekleyen insanlar gibiyiz. Bu arada karşıda dolu altında kalmış bir çocuğu görüyoruz. Ona yardım edemiyoruz. Ama vicdanımız sızlıyor. Bugünlerde saçak altına sığınıp, karşıda dolunun altında kalmış çocuğa bakan ve ona yardım edemeyen bir kişinin hissettiği ızdırabı hissediyorum.
Bu kitabı vicdanım sızladığı için yazdım. Geceleri uyuyamadığım için yazdım. İçimden gelen ses “yaz!” dediği için yazdım.
* * *Ayrıntılarını aşağıda “Anayasacıların Suskunluğu” başlıklı ikinci bölümde açıkladığım gibi ülkemizde bugünlerde bir korku atmosferi hüküm sürüyor. Kendi gölgemizden korkar hâle geldik. “Korku benim ikiz kardeşimdir” diyen Thomas Hobbes misali, korku bugün Türk aydınının ikiz kardeşi hâline geldi. Belki bir gün olur da bugünler geçerse, bu korkudan utanacağız. İnsanların böylesine korktuğu bir ortamda, bırakınız kitap ve makale yazmayı, nefes almak bile zor. Korku bu ülkenin akademik ve entelektüel hayatını boğuyor.
Bu kitabı artık korkmayalım diye yazdım. Bu kitabı karanlık gecede, cılız da olsa, bir ümit ışığı olsun diye yazdım.
* * *Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Gelecekte yazılacak Türk anayasa hukuku kitaplarında, içinden geçtiğimiz şu yıllara yönelik bir bölüm muhakkak tahsis edilecektir; “birinci meşrutiyet”, “ikinci meşrutiyet”, “millî mücadele”, “27 Mayıs”, “12 Mart”, “12 Eylül” dönemlerine tahsis edildiği gibi. Hiç olmazsa, gelecekte yazılacak bu kitaplarda, 2016-2017 yıllarında ülke böyle bir krizden geçerken, ülkede kuvvetler ayrılığına son veren bir Anayasa değişikliği gerçekleştirilirken anayasa hukukçuları sustu denmesin; hiç olmazsa adım susan anayasa hukukçularının arasında anılmasın.
Bu kitabı bunun için yazdım!
* * *Anayasa hukuku alanında yazdığım pek çok kitap var. Bunların bazılarının her yıl güncelleştirilmiş yeni baskısını hazırlıyorum. Anayasa Hukukuna Giriş kitabımın en son 25’inci, Türk Anayasa Hukuku Dersleri kitabımın 20’nci baskısı yapıldı. 16 Nisan’da oylayacağımız Anayasa Değişikliği Kanunu kabul edilirse, anayasal sistemimiz baştan sona değişecek. Kitaplarımın yeni baskılarında bu sistemi eleştirmek zorunda kalacağım. Hâliyle o zaman yapacağım eleştirilerin teorik eleştiri olmaktan başka bir değeri olmayacak. Bu eleştirileri o zaman yapmaktansa, şimdi, Anayasa değişikliği daha kabul edilmemiş iken yapmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü aksi takdirde, keşke bu eleştirileri zamanında yapsaydım diye pişmanlık duyacağım.
Bu kitabı gelecekte pişmanlık duymamak için yazdım!
* * *Bu kitap, bazılarının aklına gelebileceği gibi siyasî önyargılarla veya belirli bir siyasî partiyi eleştirmek veya belirli bir siyasî partiye yarar sağlamak amacıyla yazılmış bir kitap değildir. Ben doğru bildiğimi yazıyorum. Yazdıklarımın hangi siyasal partinin işine yaradığı, hangisinin işine yaramadığı hususu beni ilgilendirmez [7].
* * *Kitabın yazılış süreci hakkında da bilgi vereyim:
Kitabın birinci bölümünü oluşturan makaleyi, Anayasa Değişikliği Teklifi, TBMM Anayasa Komisyonunda görüşülmeye başlandığı günlerde anayasa.gen.tr’de 22 Aralık 2016 tarihinde yayınladım. Amacım Anayasa Değişikliği Teklifini incelemekten ziyade, “ben bu teklife karşıyım” diyebilmekti. Bunu dedikten sonra da Anayasa değişikliği hakkında tekrar yazmayı da düşünmüyordum. Zira bu tür yazıların iktidar sahiplerini ikna etmediğini zaten bilenlerdenim.
İzleyen iki ay boyunca da Anayasa değişikliği hakkında bir şey yazmadım.
Suskunluğumu ne bozdu? Suskunluğumu bozmama yol açan iki şey oldu: Birincisi çok değerli birkaç meslektaşımın üniversiteden atılması; ikincisi ise Anayasa değişikliği tartışmalarında konuşması gereken anayasa hukukçularının susturulup, cahillerin konuşturulması.
7 Şubat 2017 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan 686 sayılı Olağanüstü Hâl KHK’siyle dokuz değerli meslektaşım (Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Doç. Dr. Murat Sevinç, Yard. Doç. Dr. İlker Gökhan Şen, Yard. Doç. Dr. Kasım Akbaş, Yard. Doç. Dr. Kıvılcım Turanlı, Yard. Doç. Dr. Uğur Kara, Yard. Doç. Dr. İnci Solak, Dr. Dinçer Demirkent, Dr. İrem Akı) [8] “terör örgütlerine… üyeliği, mensubiyeti ve iltisakı” [9] olduğu gerekçesiyle kamu görevinden çıkarıldı. Bu kişiler, kendileriyle aynı veya benzer alanda çalıştığım, yazılarını okuduğum değerli bilim insanlarıdır. Bu kişiler terörle işi olacak insanlar değil, pırıl pırıl akademisyenlerdir. Genç olanları Türkiye’nin geleceğidir. Örneğin Yard. Doç. Dr. İlker Gökhan Şen’in biri Türkiye’de, diğeri İsviçre’de olmak üzere iki ayrı doktorası var. Dr. Şen’in Sovereignty Referendums in International and Constitutional Law isimli kitabı, meşhur Springer yayınevi tarafından yayınlanmıştır [10]. Kendisi hepimizin imrendiği bir meslektaşımızdır. Böyle bilim insanları kolay yetişmiyor. KHK ile bir gecede üniversiteden atılan bu bilim insanlarının bıraktıkları yerin doldurulması için kaç yıl gerekecek?
7 Şubat 2017 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan 686 sayılı KHK ile bu değerli meslektaşlarımızın üniversiteden atılmaları beni çok üzdü. “Artık yeter. Bu kadarı da olmaz. Yazmam gerek. Yarın çok geç olacak” dedim ve yazmaya başladım.
İkinci sebep şu: Anayasa değişikliği tartışmalarında konuşması gereken anayasacıların susturulup, birtakım, kerameti kendinden menkul, anayasa hukuku alanında herhangi bir uzmanlığı olmayan, çoğunluğu hukuk doktoru dahi olmayan, sözde uzmanların televizyonlara çıkartılıp konuşturulması beni kızdırdı. Dahası topçular ve popçulara tanınan konuşma hakkının anayasa hukukçularından esirgenmesi beni sinirlendirdi. Ve “yeter artık” deyip yazmaya başladım.
Anayasa.gen.tr’de 9 Şubat’ta Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ve Doç. Dr. Murat Sevinç’in ihracı hakkında bir protesto bildirisi yayınladım [11]. Ardından,
başlıklı makalelerimi anayasa.gen.tr’de yayınladım. Böylece bu kitabın ana metnini oluşturan makaleler [12] ortaya çıkmış oldu.
* * *Victor Hugo’nun dediği gibi “zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü bir şey yoktur” [13]. Bu kitapta ileri sürülen fikirlerin zamanının gelip gelmediğini önümüzdeki haftalarda hep beraber göreceğiz.
* * *Yukarıdaki makalelerin kitaplaştırılması hakkında da bilgi vermek isterim:
Yukarıda bahsettiğim makalelerimden sadece ilki kağıt bir dergide yayınlanmıştır. Makalelerin bir arada bir kitap olarak yayınlanmasında yarar olduğunu düşündüm. Hem hepsi bir arada el altında bulunur; hem de bu makaleler, gelecekte yok olmaya karşı kağıt ortamda korunmuş olur. Hâliyle makalelerin toplu olarak yayınlanması halkoylamasına sunulan Anayasa değişikliğiyle ilgilenen okuyucular için de yararlı olabilir.
Yukarıdaki beş makalede çok küçük de olsa bazı düzeltmeler ve geliştirmeler yaptım.
Yukarıdaki beş makalenin her biri bu kitabın bir bölümü oldu. Bölüm sırasını da söz konusu makalelerin anayasa.gen.tr’de yayınlanma tarihine göre belirledim.
Makaleleri bu kitabın bölümleri hâline getirirken, onların makale şekillerine ve formatına dokunmadım [14]. Örneğin her makalenin dipnotlarında atıf yapılan kaynaklara daha önceki makalede (yani bu kitabın önceki bölümünde) atıf yapılıyor olsa bile, sanki ilk defa atıf yapılıyormuş gibi bu kaynakları, makalede olduğu gibi, tam künye olarak gösterdim.
Keza kitaptaki iç atıflarda “kitabın falanca bölümüne bakınız” değil, makalelerin orijinalinde olduğu gibi “anayasa.gen.tr’de falanca tarihte yayınladığım filanca başlıklı makaleye bakınız” formülünü kullandım. Bununla birlikte iç atıflarda parantez içinde bu kitaptaki bölüm ve sayfa numarasını da belirttim. Makale formatına dokunmamamın asıl sebebi, bu makalelerin, söz konusu Anayasa değişikliğine karşı verdiğim mücadelede hafta hafta yazılmış makaleler olmalarıdır. Bu makalelerin anlam ve değeri, sadece içeriklerine değil, yazıldıkları sürece de bağlıdır.
* * *Kitapta bu beş makaleyi sırasıyla beş ayrı bölüm şeklinde verdikten sonra, her bir makalede ulaştığım sonuçları bir “Genel Sonuç” bölümünde özetledim. Bu “Genel Sonuç” bölümünü de bir “Sonsöz” izlemektedir.
* * *Kitabın ana metni bundan ibarettir. Ancak kitaba iki de “Ek” ekledim.
Eklerden birincisi, geçen yıl Mart ayında Türkiye Günlüğü dergisinde yayınlanan “Türkiye’de Hükûmet Sistemi Tartışmaları Üzerine Bir Deneme” başlıklı makalemdir [15]. Hâliyle bu makale 16 Nisan’da oylayacağımız Anayasa değişikliğiyle ilgili değildir. Ancak Türkiye’de hükûmet sistemi ve özelde de başkanlık sistemi tartışmalarıyla ilgili olduğu için bu kitaba da almakta yarar olduğunu düşündüm.
Eklerden ikincisi, benim Anayasa Hukukunun Genel Esaslarına Giriş isimli kitabımın “Hükûmet Sistemleri” başlıklı Sekizinci Bölümüdür. Bu bölümü, bazı ilgisiz kısımlarını çıkararak kitaba “ek” olarak koydum. Zira, okuyucunun bu kitapta yapılan bazı tartışmaları tam olarak anlayabilmesi için, hükûmet sistemlerinin tanımı ve tasnifi konusunda az çok teorik bilgiye sahip olması gerekmektedir. Kitabın ana metninde yapılan tartışmalara ilişkin teorik bilgi edinmek isteyen okuyuculara bu ek bölümü de okumalarını tavsiye ederim.
* * *Buna göre kitabın plânı şu şekilde olacaktır:
Halkoylamasına bu satırların yazıldığı gün (8 Mart) itibarıyla 38 gün kaldı. Bu nedenle bu kitabı olabildiğince hızlı bir şekilde bitirip, matbaaya göndermek zorundayım. Umarım çok büyük hatalar yapmamışımdır. Kitabın 16 Nisan’da oylayacağımız Anayasa değişikliği hakkında bilgi edinmek isteyen herkese yararlı olmasını diliyorum.
8 Mart 2017. K.G.
21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 11 Şubat 2017 tarih ve 29976 sayılı Resmî Gazetede yayınlanarak halkoylamasına sunuldu. Halkımız, 16 Nisan 2017 günü sandık başına giderek söz konusu Kanun hakkında “Evet” veya “Hayır” oyu kullanacak.
I. Anayasa değişikliği konusunda başta popçular ve topçular olmak üzere önüne gelen herkes konuşuyor. Asıl konuşması gereken anayasa hukukçularına ise yeterince söz verilmiyor. Anayasa değişikliği konusunda televizyonlarda konuşanların çoğunluğu, anayasa hukuku alanında herhangi bir akademik unvanı olmayan, anayasa hukuku alanında doktora dahi yapmamış kişiler. Anayasa hukuku alanında çalışmış, bu alanda yüzlerce, binlerce sayfa yazmış, yıllarını vermiş bilim adamları ise suskunluğa mahkûm. Anayasa değişikliği konusunda anayasacılarını susturan, topçuları ve popçuları konuşturan bir toplumun kendisi için doğru hükûmet sistemini bulmasının imkân ve ihtimali yoktur.
II. 16 Nisan’da oylayacağımız Anayasa değişikliğini hazırlayanların Türkiye’ye “başkanlık sistemi” veya “Türk tipi başkanlık sistemi” getirmek iddiasıyla yola çıktıkları herkesin malûmu. Ne var ki halkoylaması sunulan sistemin başkanlık sistemiyle uzaktan yakından bir alakası yok. Çünkü başkanlık sistemi bir kuvvetler ayrılığı sistemidir. Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme organları birbirinden bağımsız olarak seçilir ve birbirinden bağımsız olarak görevlerini sürdürürler. Biri diğerinin görevine son veremez. Oysa önerilen sistemde Cumhurbaşkanı da, Türkiye Büyük Millet Meclisi de, kendi seçimlerinin yenilenmesini göze almak kaydıyla istediği zaman ve bir koşulu olmaksızın diğerinin görevine son verebilmektedir. Böyle bir sistemin “başkanlık sistemi” olduğu iddiası komik ve cahilce bir iddiadır.
Önerilen sistemde yasama ve yürütme kuvvetleri arasında herhangi bir fren ve denge mekanizması da öngörülmemiştir. TBMM’ye verilen Cumhurbaşkanının seçimlerini yenileme yetkisi göstermelik bir yetkidir. TBMM bu yetkisini ancak üye tamsayısının beşte üç çoğunluğuyla kullanabilecektir. TBMM’de bu çoğunluğa ulaşılma ihtimali pratikte yoktur. Cumhurbaşkanı ise istediği her zaman TBMM’yi feshedebilecektir. Önerilen sistemde TBMM, Cumhurbaşkanının kontrolü altına girecektir.
Diğer yandan önerilen sistemde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu da Cumhurbaşkanının kontrolü altına girecektir. Önerilen sistemde, 13 üyeden oluşacak “Hakimler ve Savcılar Kurulu”nun 11 üyesi TBMM ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilecektir. Diğer iki üye de zaten Cumhurbaşkanı tarafından atanan Adalet Bakanı ve onun tarafından atanan Adalet Bakanlığı Müsteşarıdır.
Görüldüğü gibi 16 Nisan’da oylayacağımız Anayasa değişikliğiyle önerilen sistem, bütün kuvvetlerin Cumhurbaşkanının elinde toplanmasını öngören bir kuvvetler birliği sistemidir.
Böyle bir sistemin “başkanlık sistemi” olduğu iddiası muazzam bir yalandır. Fesih yetkisinin olduğu bir sisteme başkanlık sistemi denmesi bir komediden başka bir şey değildir.
III. Muhtemelen bu nedenle Adalet ve Kalkınma Partisi, Referanduma yönelik olarak hazırladığı “Kararımız Evet” isimli kitapçıkta “Başkanlık Sistemi” ibaresini değil, “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” ibaresini kullanmaktadır.
Ne var ki, “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” veya “Cumhurbaşkanlığı sistemi” diye bir sistem, anayasa hukuku literatüründe şimdiye kadar işitilmiş bir sistem değildir; ve eğer hukuk terimleriyle, dilsel simgeler değil, kurumlar kastediliyor ise böyle bir sistemin olması mantıken mümkün de değildir. Tasarladığınız sisteme, ister “başkanlık sistemi”, isterse “cumhurbaşkanlığı” sistemi ismini verin, kurumlar açısından bir farklılık olmaz. Çünkü tasarladığınız sistemde “Cumhurbaşkanı” da, “başkan” da “yürütme organının başı”dır. Hükûmet sisteminin belirlenmesinde mühim olan, yürütme organının başının isminin ne olduğu değil; kurduğunuz yürütme organının monist yapıda mı, düalist yapıda mı olduğudur. Kurduğunuz yürütme organı monist yapıda ise, yani tasarlanan sistemde Başbakan ve Bakanlar Kurulu yoksa, yürütme organı tek kişiden oluşuyorsa, siz yürütmenin başına ister “Başkan”, isterse “Cumhurbaşkanı” deyin, isterse yepyeni bir isim uydurun, isterse “X” deyin, değişen bir şey olmaz. Söz konusu sistem, yürütme organının yapısı bakımından başkanlık sistemi olabilir; hâliyle bunun için de başkanlık sisteminin diğer özelliklerini de taşıması gerekir. Türkiye’de önerilen hükûmet sistemine “Cumhurbaşkanlığı sistemi” isminin verilmesi, bir kelime oyunundan, bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Türkiye’de önerilen sistem, dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri görülmemiş, duyulmamış, bir “Neverland hükûmet sistemi”dir. Böyle bir sistem tasarlamak utanılacak bir şey değildir. Ama bunu tasarlayanların halkın karşısına çıkıp açıkça ve dürüstçe, “bakın, oylayacağınız hükûmet sistemi, başkanlık sistemi değil; bu dünyada eşi benzeri görülmemiş, bizim tasarladığımız, türü kendine özgü bir sistemdir” demeleri gerekir.
IV. Anayasaların varlık sebebi, devlet iktidarını sınırlandırmak ve devlet karşısında vatandaşların hak ve hürriyetlerini güvence altına almaktır. Bu amaçla değil, tersine iktidarı güçlendirmek ve iktidardakilerin görev süresini uzatmak amacıyla yapılan her anayasa değişikliği, bir “suistimalci anayasa değişikliği”dir. Yukarıda açıklandığı gibi, 16 Nisan’da oylayacağımız Anayasa değişikliğinin bir suistimalci anayasa değişikliği olduğu konusunda ciddi kuşkular vardır. Bu açıdan şu üç soru sorulmaya değerdir: (1) Anayasa Değişikliği Teklifinin gerçek amacı, “HSYK’ye hâkim olmak” olabilir mi? (2) Anayasa Değişikliği Teklifinin gerçek amacı, 2002’den beri başbakanlık veya bakanlık yapmış siyasetçilerin cezaî sorumluğunu “sıfırlamak” olabilir mi? (3) Anayasa Değişikliği Teklifinin gerçek amacı, “partili Cumhurbaşkanlığı”nın yolunu açmak olabilir mi?
İlginçtir ki, Anayasa Değişikliği Kanunu, hükûmet sistemine ilişkin değişikliklerin, hemen değil, 3 Kasım 2019’da yürürlüğe girmesini öngörmektedir. Oysa aynı Kanuna göre, HSYK’nin üye seçimine ve Partili Cumhurbaşkanına ilişkin değişiklikler hemen yürürlüğe girecektir. Çok önem verilen ve tartışmada hep öne çıkartılan “başkanlık sistemi”ni veya “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ni uygulamaya geçirmek için üç yıla yakın bir süre daha sabretmeyi göze alan siyasî iktidarın HSYK’nin üyelerini değiştirmek ve Partili Cumhurbaşkanlığına geçmek için bu kadar acele etmesinin sebebi nedir?
V. Anayasa hukukunda “referandum” ile “plebisit” arasında ayrım yapılır. Plebisit de aslında bir referandumdur; ama amacından saptırılmış, kötüye kullanılmış bir referandum. Normal koşullarda referandumda bir metin oylanır; plebisitte ise metin görüntüsü altında gerçekte bir isim oylanır. Halk bir metne “evet” veya “hayır” dediğini sanırken, gerçekte bir kişiye sınırsız bir iktidar vermiş olur. Referandum ile plebisit arasında yapılış ortamı bakımından da büyük farklılıklar vardır. Referandum demokratik bir ortamda yapılır. Plebisit ise baskı ortamında yapılır. “Evet” oyu lehine serbest ve güçlü bir propaganda yapılırken, “hayır” oyu lehine propaganda yapılmasına ya hiç izin verilmez, ya da sınırlı bir şekilde izin verilir. Plebisitlerde genellikle “evet” oyu çıkar.
Halkoylamasının amacından saptırılıp plebisite dönüştürülmesi iktidar için de tehlikeli olabilir. Çünkü bu durumda halkoylaması, iktidar için güven oylamasına dönüşür. Böyle bir durumda, istediği sonucu alamayan iktidar, istifa etmek zorunda kalabilir.
VI. Anayasa hukuku biliminde, kuvvetler ayrılığı teorisi ve kuvvetler ayrılığına göre hükûmet sistemleri konusu, değişik sistemlerin denenebileceği tartışmaya açık bir konu değildir. Ortada 200 küsur yıldır en ince ayrıntılarına kadar işlenmiş bir teori vardır. Teorinin hipotezleri, 200 küsur yıldır, dünyanın çeşitli ülkelerindeki uygulamalarla doğrulanmıştır. Tarihte kuvvetler birliği sistemlerinin hürriyet, barış ve huzur getirdiği tek bir ülke olmamıştır. Kuvvetler birliği ile demokrasi birbirini inkâr eden iki şeydir.
10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifiyle, Cumhurbaşkanına ve TBMM’ye, kendi seçimlerini de yenilemek kaydıyla, diğerinin görevine son verme yetkisi veren özgün bir hükûmet sistemi “kurgulanmıştır”. Böyle bir sistem demokratik dünyada denenmemiş bir sistemdir; dolayısıyla sonuçlarının ne olacağı belli değildir. Hükûmet sistemleri konusu, anayasa hukuku biliminin verilerinden uzaklaşılarak, özgün modeller “kurgulanarak”, deneysel sistemler tasarlanarak düzenlenebilecek bir konu değildir. Türk demokrasisi ise bir deney laboratuarı hiç değildir.
Hükûmet sistemleri konusu, isteyenin üzerinde kumar oynayabileceği bir konu değildir. Bu alanda kumar, hürriyetin ve demokrasinin kaybıyla sonuçlanır.
Yıllarca üniversitede anayasa hukuku dersi vermiş, anayasa hukuku alanında pek çok kitap ve makale yazmış, hayatını anayasa hukukuna adamış bir akademisyen olarak, Anayasa Değişikliği Teklifinin halkoylamasına sunulmasından dolayı derin bir üzüntü içindeyim. Artık “elveda kuvvetler ayrılığı”, “elveda hürriyet”, “elveda demokrasi”, “elveda anayasa” demekten başka söyleyecek bir söz bulamıyorum.
7 Mart 2017. K.G.
Kitabın ana metni aslında önceki sayfalarda yer alan “Sonuç” bölümüyle bitti. Sonuçtan sonra bir de “Sonsöz” eklemek âdet değil. Ama kitapla ilgili gelebilecek muhtemel eleştirileri tahmin ettiğim için bir “Sonsöz” yazıp, bunlar hakkında şimdiden cevap vermek istedim.
Ben “hukukun saf teorisi”ni benimsemiş bir hukukçuyum [16]. Hans Kelsen’e göre hukuk bilimi, değer yargılarından arınmalıdır. Hukuk bilimi, tarihsel olarak psikoloji, sosyoloji, etik ve siyaset teorisi ile karma hâlde bulunur. Ama Kelsen’in ifadesiyle, hukuk bilimi “saf (pure)” olmalı, yani kendisine yabancı tüm unsurlardan temizlenmelidir [17].
Ben bir pozitivistim. Hukukî pozitivizm, yetkili makamların, hukuk normlarından aldığı yetkiye dayanarak ve bu normlarla öngörülmüş usûl ve sınırlara uygun olarak hukuk normu koyma ve değiştirme yetkisine sahip olduğunu kabul eder. Anayasayı değiştirme iktidarı, yani TBMM’nin beşte üçü + halkoylaması yoluyla iradesini açıklayan seçmenlerin salt çoğunluğu, Anayasayı, Anayasanın öngördüğü usûl ve sınırlar dahilinde değiştirme yetkisine sahiptir.
16 Nisan’da oylayacağımız 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, Anayasanın 175’inci maddesinde öngörülen organ tarafından ve yine aynı maddede öngörülen usûllere -gizli oy usûlünün çiğnenmesi dışında- uygun olarak kabul edilmiştir. Hukukî pozitivizm açısından söz konusu Anayasa değişikliğine yöneltilebilecek tek eleştiri, Anayasanın 175’inci maddesinde öngörülmüş olan gizli oy usûlünün ihlâl edilmiş olmasıdır (Bkz. Yukarıda s.127-128). Anayasa Değişikliği Kanununun içeriğinin Anayasaya aykırı olabilmesi için, bu Kanunun Anayasanın değiştirilmesi yasak olan ilk üç maddesine aykırı olması gerekir. Anayasa Değişikliği Kanunu ile hükûmet sistemine ve HSYK’ye ilişkin değişiklikler yapılmaktadır. Bunlar, aksini düşünenler varsa da, kanımca, Anayasamızın ilk üç maddesinde güvence altına alınan ilkelere ilişkin değildir. Anayasamıza göre Anayasayı değiştirme iktidarının, yani TBMM’nin beşte üçünün + seçmenlerin yarısının, hükûmet sistemini değiştirme yetkisi vardır.
Dolayısıyla bir pozitivistin, gizli oy ilkesinin ihlâli dışında, bu Anayasa değişikliği hakkında daha fazla bir şey söylememesi, içerik olarak Anayasa değişikliğini beğenmiyor olsa bile, susması, TBMM’ye ve seçmenlere “ne haliniz varsa görün” demekle yetinmesi gerekirdi.
Ben bunu yapamadım.
Neden yapamadığımın sebeplerini aslında “Bu Kitabı Neden Yazdım” alt başlıklı “Önsöz” kısmında açıklıyorum (s.1-8).
Apaçık bir şekilde kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı olduğunu gördüğüm ve dolayısıyla ülkede demokrasi ve hürriyeti ortadan kaldırma tehlikesini taşıdığına inandığım bir hükûmet sistemin gelmesine seyirci kalamadım.
Kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıracak bir sisteme, bir anayasacının, kendisiyle çelişmeksizin karşı çıkmaması mümkün değil. Çünkü 16 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin 16’ncı maddesinde ifade edildiği gibi, “kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa da yoktur” [18]. Kuvvetler ayrılığına son verilmesi, anayasaya son verilmesi demektir. Anayasaya son verilmesi ise anayasa hukukuna son verilmesi demektir. Anayasa hukukuna son verilirken, bir anayasa hukukçusu olarak susamadım.
Bu sorun aslında “hukukî pozitivizm” veya “tabiî hukukçuluk” sorunu değil, doğrudan doğruya anayasa hukukçuluğu sorunudur. Kuvvetler ayrılığını savunmadan anayasa hukukçusu olunamaz.
* * *Bu vesileyle şunu da belirtmek isterim: Son yıllarda Türkiye’de yaşadığımız sorun aslında sadece “anayasa hukukçuluğu” sorunu değil, doğrudan doğruya “hukukçuluk” sorunudur.
Hukukun kendisi elden giderken “tabiî hukuk” - “hukukî pozitivizm” tartışmasının bir anlamı yok. Hukuk, tabiî hukuktan da, hukukî pozitivizmden de önce gelir. Hukuk olmadan, tabiî hukuk da, hukukî pozitivizm de olamaz.
Tabiî hukuk ile hukukî pozitivizm arasında hukuk kurallarının varlığı konusunda değil, bu kuralların kaynağı konusunda anlayış farklılığı vardır. Bunların her ikisi de, kuralların olduğu ve bu kuralların vatandaşlar ve yöneticiler için bağlayıcı olduğu varsayımı üzerine kuruludur.
Türkiye’de şu an hukuk kurallarının kaynağı konusunda bir tartışma değil, kuralların varlığı ve bunların yöneticileri bağlayıp bağlamadığı konusunda bir tartışma vardır.
Ben her zaman hukukî pozitivizmi savundum. Hâlâ da savunuyorum. Ama bugün, hukukî pozitivizmi veya tabiî hukuku değil, hukukun kendisini savunma günüdür.
Hukukî pozitivizm ve tabiî hukuk anlayışlarından önce, hukuku savunmak lazım. Hukukun olmadığı yerde hukukî pozitivizmin de, tabiî hukukun da bir anlamı kalmaz.
* * *Yine bu vesileyle, daha da ileri giderek şunu belirtmek isterim ki, son yıllarda bu ülkede yaşadığımız sorun aslında sadece “anayasa hukuku” veya “hukuk” sorunu değil, aynı zamanda bir “vicdan” ve “insanlık” sorunudur.
Öyle şeyler yaşıyoruz ki, insanın vicdanı sızlıyor. Vicdan sızlatan bir eylem veya işlemin hukuka veya anayasaya uygun olup olmadığını tartışmak, meleklerin cinsiyetini tartışmak misali lüks bir tartışmadır.
* * *Türkiye’nin en büyük meselesi ülkede anayasanın veya kanunların olup olmaması meselesi değil, ahlâkın olup olmaması meselesidir. Türkiye’nin asıl meselesi, ülkede iyi anayasacıların veya iyi hukukçuların olup olmadığı meselesi değil, yeterli sayıda vicdan sahibi iyi insanların olup olmadığı meselesidir.
7 Mart 2017. K.G.